25 Şubat 2013 Pazartesi

Sıkıntı - Orhan Pamuk

Orhan Pamuk, kendi çektiği fotoğrafı ve hakkında kaleme aldığı yazı ilk kez Taraf gazetesinde yayımlandı.




Sıkıntı. Çok sık gördüğüm bu manzaraya beni aşkla bağlayan şey ayrıntılar değil, görüntünün verdiği duygu.

Şairin, “hava kurşun gibi ağır,” dediği şeye benziyor bu duygu ama tam o değil. Karamsarlık? Belki biraz, ama fotoğraftan daha güçlü bir ışık demetinin geleceğini de seziyoruz.

Gene de manzaranın bana verdiği duyguyu ve kelimeyi anlamaya çalışırken kafam karışıyor.

Belki de “sıkıntı” kelimesini şu son altı ayda herkes çok sık kullanmaya başladığı için. Eskiden “dert”, “mesele”, “problem”, “sorun”, “huzursuzluk”, “zorluk”, “kafa karışıklığı” dediğimiz şeylere son altı ayda hep bir ağızdan “sıkıntı” demeye başladık.

Geçmişte daha çok “iç sıkıntısı” ve “zorluk” anlamında kullandığımız kelime şimdi çok yaygınlaştı ve sözlük köşelerinden çıkıp hayatının en şenlikli günlerini yaşamaya başladı.

“Bir sıkıntı yok efendim, ödemeniz gelmiş,” diyor telefondaki sekreter. “Orada bir sıkıntı var,” diyor gerçeği tam söyleyemeyen iyi niyetli arkadaş. 

“Bir sıkıntı kalmadı!” diyor, mutfaktaki tıkalı boruyu açan tesisatçı, elinde çanta kapıdan neşeyle çıkarken. 

“Yedi harfli kelimeler genellikle sıkıntı yaratıyor,” diyor bilmece programını sunan sevimli bey bizi de şaşırtmak isterken.

Kelimenin böyle böyle yeni anlam ve çağrışımlar yüklenerek hamaratlıkla çok iş görüp yaygınlaşması beni heyecanlandırıyor. 

Fakat bu yeni kullanım ve anlamların da –başka kelimelerin başına bir zamanlar geldiği gibi– yavaş yavaş unutulacağını, güngörmüş pek çok eski kelime gibi “sıkıntı”nın sözlükte bilinen alçakgönüllü kullanımına geri döneceğini yazar tecrübesiyle biliyorum.

O hâlde, manzara şimdi bana şunu sezdiriyor: Şimdi çok sıkıntı var.


Kaynak: Taraf gazetesi

85. Oscar Ödülleri

En İyi Film: Argo

En İyi Kadın Oyuncu: Jennifer Lawrence, Silver Linings Playbook

En İyi Erkek Oyuncu: Daniel Day-Lewis, Lincoln

En İyi Yönetmen: Ang Lee, Life of Pi

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Anne Hathaway, Les Miserables

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Christoph Waltz, Django Unchained

En İyi Uyarlama Senaryo: Argo, Chris Terrio

En İyi Özgün Senaryo: Django Unchained, Quentin Tarantino

En İyi Görsel Yönetmen: Claudio Miranda, Life of Pi

En İyi Belgesel: Searching For Sugar Man, Malik Bendjelloul ve Simon Chinn

En İyi Kurgu: Argo, William Goldenberg

Yabancı Dilde En İyi Film: Amour (Avusturya)

En İyi Animasyon: Brave, Mark Andrews ve Brenda Chapman

En İyi Orjinal Müzik: Life of Pi, Mychael Danna

En İyi Orijinal Şarkı: Skyfall, Adele Adkins ve Paul Epworth

En İyi Yapım Tasarımı: Lincoln

En İyi Kısa Animasyon: Paperman, John Kahrs

En İyi Kısa Film: Curfew, Shawn Christensen

En İyi Kısa Metrajlı Belgesel: Inocente, Sean Fine ve Andrea Nix Fine

En İyi Ses Kurgusu: Skyfall, Per Hallberg, Karen Baker Landers
                               Zero Dark Thirty, Paul N.J. Ottosson

En İyi Ses Miksajı: Les Miserables, Andy Nelson, Mark Paterson ve Simon Hayes

En İyi Kostüm Tasarımı: Anna Karenina, Jacqueline Durran

En İyi Makyaj ve Saç: Lisa Westcott ve Julie Dartnell, Les Miserables

En İyi Görsel Efekt: Life of Pi, Bill Westenhofer, Guillaume Rocheron, Erik-Jan De Boer ve Donald R. Elliott.

22 Şubat 2013 Cuma

Bedreddin - Berkun Oya

Biz insanlar, hepimiz, psikozun kapısında, kuyrukta bekleyen adaylarız. Hiç farkında olmadan, meşguliyetle tedavi ederiz kendimizi.


78 yaşında bir adamın evinde misafirdim dün, benden 78 yaş gençti. “Yanlış yapmaktan korkmayalım” dedi bana, bilime olan inancından bahsetti ve “Ben en çok yanılan bilimi severim” dedi...

Koca bir ömrü, mevsim başlarında kabuk değiştirerek yenilenen bir hayvan gibi yaşamış bir adam vardı sanki karşımda. Tevazu, ölümsüzlüğün zihnimdeki sureti olmuştur hep ve bu adam, ispatıydı bu gerçeğin, kanlı canlı karşımda.

Her insan, özündeki acı anlamsızlığıyla bizi dipsiz kuyularda merdivensiz bırakan bu hayatı, mümkün mertebe katlanılır kılmaya çalışır. Kendi meşrebince, kendi becerisi kadar. Mükemmel bir hayat yoktur. Mükemmel, mümkünü imkânsız kılar. Mesele, hayatı mümkün kılmak. Mükemmel, insanı bozar.

Mazhar Osman, delileri iyileştirmek için ‘Meşguliyetle tedavi’ adını verdiği bir yöntem uygularmış. Bakırköy’deki hastaneyi kurarken, duvarları boyatmış onlara, türlü türlü iş yaptırmış.

Biz insanlar, hepimiz, psikozun kapısında, kuyrukta bekleyen adaylarız. Hiç farkında olmadan, meşguliyetle tedavi ederiz kendimizi. 

Muhsin Bey çiçekleriyle konuşurdu, Sezen Aksu şarkı yazar, Tarlabaşı’nda bir kadın, bir ömür çamaşır asar. Türlü türlü meşguliyetlerdir, hayatı mümkün kılan, kimi müezzin olur, kimi aşık, kimi başbakan.

İnsanı hayvandan ayıran en önemli farkın boşluk duygusu olduğunu düşünmüşümdür her zaman. Rakunların içine birden sebepsiz sıkıntılar çökmüyordur herhalde, zengin bir evin kedisi ‘Her şeyim var, niye hâlâ mutsuzum’ yazmıyordur günlüğüne. Biz insanlar ise bir ömür boşluk duygusuyla mücadele ederiz. Zengini fakiri, mutluyu mutsuzu, bir an gelir, herkesi vurur boşluk duygusu. Güneşli ve güzel bir günde, bir mağaza vitrinine bakarken de gelir, haberleri dinlerken de, bir imza atarken de, hem de kendi düğününde... Bu yüzden çocuk yapar insanlar, bu yüzden çocuk kalır. Büyüdükçe artar çünkü bu duygu, en beklenmedik anda insanı esir alır. Bana göre biz insanlar, hayvanlardan bu yüzden ayrılır ve birbirimize en çok bu konuda benzeriz. Tekerlekli boy aynalarıyız sokaklarda hepimiz, kime baksak, kendimiz. İşte bu yüzden, hep bir meşguliyet bulmak gerek, en kolayı değilse de en kârlısı da, sevmek. İş gibi sevmeliyiz, bir mesaidir sevmek. Para pul, yatırım istemez, sermayesi doğuştan, vakit güzel geçer, hayat mümkün olur, tek bir insanı olsun, sevdiğini hatırladıkça insan.

78 yaşında bir adamın evinde misafirdim dün. Bir kez daha gördüm ki sevmek ve sevdiğine inanmak, en güçlü tedaviymiş. O, kendi karnında bağdaş kurmuş bir şaman, Varidat’ın her satırını güzel gönlüne nakşetmiş.

Lagavulin için teşekkürler Tuncel Abi, kadehin dibini bıraktım farkındaysan, bir gün döneceğim için... Aklın kalbisin sen, sonsuzluk kaderin olmuş, öldükçe doğacaksın ve hayalimde her daim, Bedreddin olacaksın.

Kaynak: radikal.com.tr

18 Şubat 2013 Pazartesi

Yaşamın Ucuna Yolculuk


Edebiyatın hüzünlü kalemi Tezer Özlü bundan 27 yıl önce aramızdan ayrıldı. Özlü, 18 Şubat 1986'da İsviçre'nin Zürih şehrinde hayatını kaybettiğinde 43 yaşındaydı.

Usta kalemi "Yaşamın Ucuna Yolculuk" öyküsüyle analım istedik...

YAŞAMIN UCUNA YOLCULUK
Her sevginin başlangıcı ve süreci, o sevginin bitişinin getireceği boşluk ve yalnızlık ile dolu. Belirsizlikler arasında belirlemeye çalıştığımız yaşam gibi. Sevgi isteği, kendi kendine yaşamı kanıtlama isteği kadar büyük.

Belki kendilerine yaşamı kanıtlamaya gerek duymayan insanlar, sevgileri de derinliğine duymadan, acıya dönüştürmeden yaşayıp gidiyorlar. Ya da sevgiyi sevgi, beraberliği beraberlik, ayrılığı ayrılık, yaşamı yaşam, ölümü ölüm olarak yaşıyorlar.

Oysa yaşam ölümle, ölüm yaşamla tanımlı. Ama sen. Senin için her beraberlik ayrılış, her ayrılış beraberlik, sevgi sevgisizlik, duyum duyumsuzluğun başldadığı an.

Birisinin teniyle yanyana olmak, kendi varoluşumu unutmak mı. Ya da daha derin algılamak mı. Kendi varoluşum. Her varoluş kendisiyle birlikte ölümü getirmiyor mu.

Yaşamın, daha doğrusu yaşamın ortasında, tüm özlemlerimin doyumsuz kaldığını nasıl da algılıyorum. Ama artık yorulmaksızın aramak yok. Aranan yaşantılar arandı.

Yaşandı. Bir kısmı gömüldü. Yeniden toprak oldu. (...) İnsan yaşamının mutlak en önemli olgusu sevilen bir insanı özlemek, istemek. Onun yanındayken de özlemek, istemek. Oysa yaşam genellikle insanın bir başına kalması. (...)

Her anı ölüdür.

Şimdi sen de bir ölüsün. Her zaman benimle birlikte olan, birlikte taşıdığım sözcüklerime dönmem gerek. Sözcüklerim olmadan o gökyüzüne nasıl dayanabilirim. O caddeye, o geceye, gecelere, uykuyla uyanıklık arasında öylesine yatıp uyuyamadığım için sinirlendiğim ve herşeyi düşünüp, kalkıp düşündüklerimi sözcüklere çeviremediğim gecelere.

Ya da uykunun ölümsü derinliğinde var oluşumuzun küçüklüğünü algıladığım gecelere Bu yaşama ancak beni içimde esen rüzgarları, içimde seven sevgileri, içimde ölen ölümü, içimden taşmak istiyen yaşamı, sözcüklere dönüştürebildiğim zaman ve sözcükler, o rüzgara, o ölüme, o sevgiye yaklaşabildiği zaman doluyor.

Başka hiçbir şey.

Sevgi, istenilen bir olguya aktarılır, aktarılabilir. Çeşitli anlara, çeşitli insanlara, çeşitli kentlere, caddelere, tepelere aktarılabilir. İnsan ne denli derin düşünebiliyorsa, sevgisi o denli derindir. O denli doyumsuzdur. Ve acısı da o denli büyük. Yaşam acısı.

Sen düşüncelerle yaşıyorsun, diğerleri gerçeklerle.

Öykü ve şiir yaratmak için doğmuş olanlar, aşık olmakla yetinemezler, çünkü aşkın sanatsal bir yapıtı oluşturacak entelektüel örgüsü yoktur. (...)

(...) Ondan, bu duygudan, bu istekten, içimizde yaşatma çabası gösterdiğimiz bu sevgi özleminden, özlemin biçimlendirdiği kişiden, düşüncelerimizin biçimlendirdiği derin bağlarda, bu duygular kendi dünyamızda, yalnızlığımızda kalsa da, bir rahatlık, bir kalıcılık, bir hoşnutluk akıyor. Susarken, yürürken, sigara içerken, bakarken, uyurken, severken, boşalırken.

Bu duyguyu yitirmediği sürece insanın bunalımı bile anlamlı. Duygular bir kişi olarak belirmese de. Ama insan bu duygularını, birinin tenine, bedenine aktarabilirse, bunu başardığı an yaşam inandırıcı oluyor.

İnsan hiç geçmesin istiyor varoluşu. Bu duyguyu yitirmemen gerek. İnsanda biçimlenmese de. Bu duygu beni yenen, içimde yaşayan ve ölen canlıyı yenen tek duygu.

Hiç durmadan dokuz saat araba kullandı. Kendi içine yönelik bir yolculukta. Kendi derinliklerine varmak istediğinde. Üstelik yirmi yaşının verdiği doldurulması olanaksız kaygının baskısı altında. (Ama kırık yaşında olan ben neden bitirmiyorum kendi içime olan yolculuğumu.)

Ama bitirme, bitirme. İnsan yirmi yaşında ya toplumun akılla bağdaşmayan düzenine girer ya da var olur. Uyum istemiyor, var olmak istiyor. Gidiyor. Sınırlarını zorluyor. Ben de gidiyorum. Henüz uyum duyacağım hiçbir şeyle karşılaşmadım.

(...) Oysa sevgiyi genelleştirebilmek için insanın kendisini tümüyle egemenliği altına alabilmesi gerek. Zaman zaman kendi kendimden çıktığımda, başlangıçtaki bir genç gibi bocalıyorum. Oysa ben, hiçbir zaman, hiçbir olgunun başlangıcında olmadım.

Her zaman, her başlangıç ve her son belliydi benim için. Yaşamı tıpkı, aynen Anadolu`nun sıkıcı küçük kentlerinde bulduğum biçimde avucuma ya da düşünceme ya da gözlerimin ufkuna aldım ve sonra kendi beğenime göre istediğim biçimi verdim bu önümden gelip geçen ya da benim önünden geçip gittiğim yaşam denen olguya. O durgun bunalım canlı oldu ve canlı olan durgun, bunalımlı.

Yeterince dolaştım dünyayı ve anladım ki her insan iyi ve herbiri diğeri ile eşdeğerde.

(...) Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İş yerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, diriltiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz.

Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım.

Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken, hangi otobüs yada tren istasyonuna, hangi havaalanına yada hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum.

(...) rastlantılardan oluşan bir yaşamın yaşam olmadığını düşünüyorum. Ve kendime gerçekten rastlantılardan sıyrılıp sıyrılamadığımı soruyorum.

Tezer ÖZLÜ


Kaynak: onedio.com

16 Şubat 2013 Cumartesi

'OT' Dergisi Çıktı: Maksat Yeşillik Olsun..



Metin Üstündağ, nam-ı diğer Met Üst daha önce Hayvan ve Öküz isimli aylık dergileri çıkarmıştı. Şimdi sıra Ot'a geldi. Aylık olarak yayımlanacak Ot bugün İstanbul'da, yarın tüm Türkiye'de satışa sunulacak.

Metin Üstündağ yeni dergisi Ot için "Hayvan ve Öküz 'ü biliyor musunuz? Onlardan daha rahatbir dergi. Mottomuz: Hazla ve hızla okunan kültür sanat dergisi" diyor.

Amaçlarının piyasaya yeni okurlar eklemek olduğunu dile getiren Met Üst "Mizah dergilerinin okurları fanatik oluyor. Onları kültür sanat olaylarının içine çekmeye çalışıyoruz" şeklinde sürdürüyor sözlerini. Met Üst okurlardan yeni yazarlar çıkarmak istediklerini, okuyucu ile interaktif bir ilişki kurmaya çalıştıklarını ifade ederek "Okurları edilgen bir dergi olmayacak. Eli kalem tutan herkese kapımız açık" diye konuşuyor.

BİR DE SÜRPRİZİ VAR
Edebiyata, siyasete, kültür-sanat aktivitelerine yer verilecek Ot'ta tabii ki karikatürler ve illüstrasyonlar da bulunacak. Derginin güçlü bir kadrosu var. 

İlk sayının okurları dergide Sezai Karakoç, Hakan Günday, Hakan Bıçakçı, Birhan Keskin, Yekta Kopan, Metin Kaçan, Gündüz Vassaf, Erdil Yaşaroğlu, Selçuk Erdem, Met Üst, Halil Turhanlı, Batuhan Dedde ve Ertuğrul Mavioğlu isimlerini görecekler. 

Extramücadele, görselleriyle dergiyi zenginleştirecek. Ayrıca Sırrı Süreyya Önder'in yakında çıkaracağı romanının küçük bir bölümü Ot 'ta yayımlanacak. 

Ot 'ta 6 ocakta Boğaziçi Köprüsü'nden atlayarak intihar eden yazar Metin Kaçan'ın bir yazısı da yer alacak. 

Kaçan'ın çocukluk arkadaşı Üstündağ bu yazıyla ilgili olarak şunları anlatıyor: "Son yazısı. Sanki bize yapacaklarını anlatıyordu. Rüzgârdan korkusunu anlatan bir yazı. Biliyorsunuz İstanbul'un en rüzgârlı yeri Boğaziçi Köprüsü'dür. Yazısında ölüme inanmadığından bahsediyor. Ama bir köşesinde de 'Zıtlar zıtları çeker' diyor." Kaçan'ın yazısının başlığı 'Ölüm Güzel Bir Şey Olmasaydı Önce Tanrılar Ölmezdi."

Ot'un satış fiyatı ise 5 lira. Ayrıca duyumlarımıza göre Ot'un sürpriz müzik projesi de yolda.

13 Şubat 2013 Çarşamba

12. Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali


14 Şubatta başlayacak !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali sinema dünyasının usta isimlerini ağırlamaya hazırlanıyor. Leos Carax, Miguel Gomes ve Jose Rivera son filmlerinin Türkiye galasına katılmak için İstanbul’a geliyor. Festival’in Türkiye’den sürprizi ise Reha Erdem’in son filmi Jin.

Yenilikçi ve ses getiren filmleriyle kendi takipçilerini yaratan, partileri ve etkinlikleriyle alternatif bir eğlence kültürünü İstanbul’a taşıyan !f İstanbul, 12 yaşına dolu dolu bir programla giriyor. Yılın merakla beklenen filmlerinin ilk gösterimlerine ev sahipliği yapacak !f İstanbul, sinema dünyasının usta isimlerini de Türkiye’ye getiriyor.

!f İstanbul, açılışını Leos Carax’ın son filmi Holy Motors (Kutsal Motorlar)’la yapıyor. Carax, 13 yıl aradan sonra ilk defa kamera arkasına geçtiği Kutsal Motorlar’la yeniden sinemanın sınırlarını zorlayan bir başyapıt ortaya çıkarıyor. Denis Lavant, Kylie Minogue ve Eva Mendes’in rol aldığı, “2012’nin en iyi filmleri” listelerinde sıklıkla karşımıza çıkan Kutsal Motorlar, duygudan duyguya atlayarak büyülü ve esrarengiz bir deneyim vadediyor. Son olarak Los Angeles Film Eleştirmenleri Birliği’nin Yabancı Dilde En İyi Film dalında ödüllendirdiği filmin !f’teki ilk gösterimi, Türkiye’de de sıkı takipçileri olan Carax’ın katılımıyla yapılacak.

!f İstanbul’un uluslararası konukları arasında diğer bir isim; siyah-beyaz çekilmiş muhteşem filmi Tabu’yla Berlin’den FIPRESCI ve Alfred Bauer ödüllerini alans. Miguel Gomes; hem filmin gösteriminde yer alacak hem de festivalin uluslararası yarışmasında jüri üyeliği yapacak. Festivalde ayrıca; Motosiklet Günlükleri, Aşk Mektupları filmlerinin yanı sıra !f İstanbul’da da gösterilecek Yolda’nın senaristi Jose Rivera ile senaryosunu Altın Küreli Girls’ün yaratıcısı Lena Dunham’la birlikte yazdıkları Nobody Walks’la İstanbul’da olacak genç bağımsız yönetmen Ry Russo-Young da bulunuyor.

Reha Erdem’in son filmi 

!f İstanbul’da Festivalin ayrıca Türkiye’den de bir sürprizi var. Reha Erdem’in heyecanla beklenen son filmi Jin’in Türkiye’deki ilk gösterimi !f İstanbul’da yapılacak. Bu sene Berlin’in Generation bölümünde Kristal Elma için yarışacak Jin, PKK kaçağı Kürt bir kızın doğunun damgalanmış dağlarından inip, batının rüya dünyasına yaptığı yolculuğu anlatıyor. Yönetmenin Kosmos’da ustalaştığı şiirsel sinematik anlatımı sürdürdüğü filmi Jin, Türkiye’nin politik ikliminde özellikle tartışmalar yaratacak yeni bir Reha Erdem başyapıtı. Erdem’in Altyazı sinema dergisinden Fırat Yücel’in moderatörlüğünde festivalde özel bir söyleşiye katılacağını da hatırlatalım.


Festival Ana Sayfa:  http://www.ifistanbul.com/tr/index.asp

Festival Filmleri:  http://www.ifistanbul.com/tr/filmler/index.asp

Festival Takvimi:  http://www.ifistanbul.com/tr/takvim/index.asp







12 Şubat 2013 Salı

Türkiye'nin 2012 Twitter Haritası


Sosyal medya takibi ve ölçümlemesi hizmeti sunan Monitera ‘nın geçtiğimiz yıl Webrazzi Dijital’de açıkladığı Twitter istatistikleri çok konuşulmuştu. Bu yıl da aynı çalışmayı yapan şirket, topladığı verilerden elde ettiği istatistikleri “ Twitter Türkiye 2013 ” başlıklı bir infografikle paylaştı.

Monitera’nın elindeki verilere göre Türkiye’de 9.6 milyon Twitter kullanıcısı bulunuyor, geçtiğimiz yıl aynı sayı 7.2 milyon olarak hesaplanmıştı. Buna göre bir yıl içerisinde Twitter’ın Türkiye’deki üye artışı%33.3 oranında gerçekleşmiş.

Bu kullanıcıların %53′ü kadın, %47′si ise erkek olarak belirlenmiş. Bu kullanıcılardan 6.2 milyonu aylık olarak Twitter’ı aktif kullanıyorken, 4.3 milyon kullanıcı ise haftalık olarak Twitter’ı aktif şekilde kullanıyor.

Şirketin paylaştığı istatistiklere göre Türkiye’de günde 8 milyon adet tweet atılırken geçtiğimiz yıla göre bu sayı %470 artış göstermiş. Yani Türk kullanıcılar geçen yıla oranla 4.7 kat daha fazla tweet atıyor.

İnfografikte haftanın ve günün en çok tweetlenen saatleri de belirlenmiş. Buna göre Twitter kullanıcıları en çok Çarşamba günleri tweetlerken, günün en aktif saatleri ise 22:00 ve 23:00 arası olarak belirlemiş. En çok paylaşım yapılan şehir ise beklenildiği gibi İstanbul olmuş.

Tweetlerde yapılan paylaşımlarda ise %61 oranla resim ilk sırada gelirken sırasıyla video, lokasyon ve haber içerikleri geliyor. Resim paylaşımlarında birinci sırada günlük 279 bin resimle Twitter’ın kendi servisi ilk sırada gelirken, Instagram 25 bin resim ile ikincisi sırada yer alıyor.

Monitera’nın verilerine göre ortalama bir Twitter kullanıcısının 320 takipçisi bulunuyor. Haber paylaşımları kategorisinde Hürriyet en üstte yer alırken arkasından Radikal, Ntvmsnbc ve Habertürk geliyor. Dikkat çekici bir diğer istatistik ise mobil cihaz kullanımı kategorisinde. Monitera’nın incelediği tweetler arasında mobilden en çok Blackberry kullanıcıları tweet atıyor. İlk bakışta ilginç gelen bu istatistiğe göre Blackberry kullanıcıları diğer akıllı telefon kullanıcılarından fazla tweet atıyor. Aynı kategoride geçtiğimiz yıl yine Blackberry’nin %45 ile üstünlüğü olduğunu da paylaşalım.

(webrazzi.com)

Köprücük Kemiği Hizası

2 ay önce TRT’de kapılara asılan bir yönetmelikle çalışanların, özellikle de kadınların giyim standartları duyuruldu.
Açık yaka, yırtmaçlı etek yasaktı.
Tayt da... Askılı bluz da...
Sandalet ayakkabı da... Aşırı topuk da...
Etek dizde, göğüs kapalı, baş açık olacaktı.
TRT, ekrana çıkanlara ekstra şartlar koşuyordu:
Göğüs çatalı görünmeyecek, kolsuz-kısa kollu giyilmeyecekti.
TRT’de şarkı mı söyleyeceksiniz; sizi davet eden kişi, “Aman kıyafete dikkat” uyarısı yapıyordu.
Stüdyoya geldiğinizde de yapımcı gelip inceliyor, “sakınca” varsa, giderilmesini rica ediyordu.
Yine gözden kaçtıysa, reklam arası, “Seyirciden tepki geliyor, lütfen omzunuzu örtün” diyerek bir şal getiriyordu.

* * *

Bunlara alışılmıştı, lakin dün gördük ki yaka hizası, köprücük kemiğine kadar çıkmış. Oyuncu Ayça Varlıer, TRT’de “köprücük kemiğine inen yaka” nedeniyle uyarılmış.
Dün TRT’de iskelet haritaları açılmış, köprücük kemiği aranıyor, ona göre hiza alınıyordu.
Aynı gün, TRT-1’deki filmde kadın oyuncunun sırtının mozaiklenmesiyle, sırt dekoltesi de sansür listesine girdi.

* * *

TRT’de ekrana çıkan bazı haberci ve sanatçılarla konuştum dün...
Bir sanatçı, yayın öncesi yapımcı tarafından baştan aşağı süzülmenin ne kadar aşağılayıcı olduğunu anlattı, “Ben ana-babamdan böyle muamele görmedim” dedi.
Ama pek az ismin bu uygulamaya karşı çıktığını da ekledi:
“Çünkü kıyafet sansürü özel kanallara da sirayet etti. Geçenlerde çok izlenen bir sohbet programında dansçı kızları ‘fazla açık’ diye giydirdiler. Dizilerde kadehleri saklıyorlar. Ya piyasadan silinip gideceksiniz ya boyun eğeceksiniz” dedi.
Sorun sadece kıyafette de değilmiş.
Şarap-rakı içerikli türküler de yasağa girmiş.
“Yine de şahlanıyor aman” türküsü moda oluyor yeniden...
Hem içerik olarak, hem çağrıştırdığı dönem itibarıyla...

YİNE TRT
12 yılda jargon nasıl değişti?


Geçenlerde arşivi karıştırırken 2001’den bir belge buldum.
Emniyet’in, TRT‘ye gönderdiği bir yazı...
Terör haberlerinde “Kullanılacak Terminoloji”yi dikte ediyor. Devletin, “Neye ne denmeli, ne denmemeli” listesi, 12 yılda nereden nereye geldiğimizi kanıtlıyor. İşte o liste:


 
Can Dündar
Kaynak: milliyet.com.tr


10 Şubat 2013 Pazar

Filmozofi


Künye
Yazar: Daniel Frampton
Çevirmen: Cem Soydemir
Metis Yayınları, 2013
Sayfa Sayısı: 344


Sinemayı başlı başına felsefi bir alan, bir düşünme çabası olarak gören yazar ve sinemacı Daniel Frampton, getirdiği yeni yönteme "filmozofi" adını veriyor ve şimdiden derslere, tartışmalara konu olan bu yöntemi şöyle tanımlıyor: “Filmozofi, filmi bir tür düşünme olarak ele alır, film-varlığa ve film biçimine dair bir teori geliştirir. Filmozofinin film-varlıkla ilgili temel kavramı, deneyimlediğimiz görüntü ve seslerin kuramsal yaratıcısı olan 'film-zihin'dir. Filmozofinin önerdiği film biçimi kuramı da 'film-düşünme'dir ve bir biçimin eyleminin film-zihnin dramatik düşünmesi olarak görülmesini mümkün kılar. Dolayısıyla filmozofi, bir anlamda, hem anlatının berisinde kalanlarla ilgili 'gösterim' kuramlarının hem de sahneleme estetiği kuramlarının bir uzantısı ve tamamlayıcısı olarak da görülebilir. Filmozofi, film biçimini düşünülmüş bir şey olarak, filmin dramatik kararı olarak görmemizin, filmin anlatabilme ve etkileyebilme yollarını anlamamıza yardımcı olacağını ileri sürer.”

9 Şubat 2013 Cumartesi

Sinemamızda 2012’nin En Fenaları

Geleneksel Altın Kestane Ödülleri bu yıl dördüncü kez sahiplerini buldu.

Online film kültürü dergisi Arka Pencere’nin düzenlediği ‘geleneksel’ Altın Kestane Ödülleri bu yıl dördüncü kez dağıtıldı. 
38 sinema yazarı ve kültür-sanat gazetecisinin oylarıyla belirlenen ödüller, toplam yedi kategoride sahiplerini buldu ve “Sinemamızda 2012’nin En Fenaları” belirlendi.

En Fena Film: Süpertürk (Yönetmen Tamer Karadağlı)

En Fena Yönetmen: Sinan Çetin (Çanakkale Çocukları)

En Fena Kadın Oyuncu: Rebekka Haas (Çanakkale Çocukları)

En Fena Erkek Oyuncu: Cemal Hünal (Kaos: Örümcek Ağı)

Alarm Zili Ödülü: Yavuz Bingöl

Altın Çıngırak Ödülü: Zeki Demirkubuz

Jüri ÖzelÖdülü: Facebook: 19-25 Ekim 2012 tarihli 156. sayısının kapak görseli olarak Sylvia Kristel’in dünyaca ünlü pozunu kullanan Arka Pencere’yi sansürlediği için.
 
Kaynak: Arka Pencere

Çocukları LGBT Olan Aileler Yaşadıklarını Anlatıyor: Benim Çocuğum


Çocukları lezbiyen, gey, trans olan ailelerin yaşadıklarını anlatan belgesel 'Benim Çocuğum', !f İstanbul kapsamında gösterime giriyor. LGBT aileleri 'Benim Çocuğum' belgeselinde yaşadıklarını anlattı.

LGBT çocuklarıyla yüzleşmelerini konu edinen ailelerin anlatımlarından oluşan belgeselde ailleler yaşadıklarını şu sözlerler anlatıyor:

“O zamanlar eşcinselliği normal bir şey değil de hastalık gibi algılıyordum. Aman diyordum olamaz, biz onu iyi yetiştiriyoruz…” Beş anne ve iki baba, yönetmen Can Candan’ın kamerasının karşısında bütün içtenlikleriyle anlatıyorlar: LGBT (lezbiyen, gey, biseksüel, trans) çocuklarıyla ilk yüzleşmelerini, “Acaba hastalık mı?” endişelerini, kabullenme sürecini, zamanla çocuklarıyla birlikte kendilerinin de topluma, ailelerine ‘açılmayı’ nasıl başardıklarını...

“28 aylıkken anaokuluna verdik, hemen ertesi gün okulun psikoloğu çağırdı. Erkeklerle oynamak istiyormuş, erkekler ‘Sen git kızsın’ diyormuş. Çocuğumuza kolye, küpe takmamızı, elbise giydirmemizi önerdi. İlk 18 aylıkken bayramda elbise aldım ama giydiremedim. Hiçbir zaman kolye, küpe taktıramadım, hep çıkarıyordu.”

“İlkokul öğretmeni çağırdı, ‘Biraz hani böyle şey davranıyor, çocuklar gülüyorlar’ dedi. Ben de evde onu tartakladım, ‘Adam gibi olsana sen’ diye. Anlam veremiyordu, bakıyordu.”

“Eşcinsel olması için makyaj yapması, kadın kıyafeti giymesi falan gerekiyordu. Böyle normlar vardı kafamda. Oğlumun durumu bunlara uymuyordu, o zaman eşcinsel olamazdı.”

“O zamana kadar eşcinsellikle ilgili bir şey bilmiyordum. Tek gördüğüm şey televizyonda Bülent Ersoy, Zeki Müren örneğiydi. Sokakta trans birey gördüğümde ağzımı burnumu büküyordum ‘Aman bunlar da niye böyle giyiniyor, neye heves etmişler’ diye…

Ağlıyorduk, şimdi gülüyoruz
“Aileleri iyi büyütmemiş, bakmamış, ilgilenmemiş diyordum. Korkunç önyargılıydım. Hiçbir şey bilmiyordum.”

“Dualara başladım, çok dua eden biri olmadığım halde. Geceler boyu, ‘Tanrım ne olur bunu düzelt’... Sonra baktım dualar da işe yaramıyor.”

Beş yıl önce, çocukları LGBT olan ‘bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda’ ebeveyn bir araya geliyor, bir dayanışma ve destek grubu kurmaya karar veriyorlar. LİSTAG (LGBT Aileleri İstanbul Grubu) böylece ortaya çıkıyor. ‘Benim Çocuğum’, LİSTAG ailelerinin çocuklarıyla olduğu kadar birbirleriyle kurduğu yakınlık, dostluk ve dayanışmanın da hikâyesi. LİSTAG’ın telefon hattına hep bir anne veya baba cevap veriyor, kendileriyle aynı süreçlerden geçen ebeveynleri aralarına alıyorlar, sayıları artıyor. Bir baba, grubun annelerden ibaret olmadığını söylüyor: “Öyle şeyler yaşıyoruz ki bir anne geliyor ‘Kocam doğulu, ne söyleyebilirim ne de buraya getirebilirim’ diyor. Altı ay, bir sene geçiyor kocasını alıp getiriyor...”

Bir diğer baba, yeni gelen birinde kendisini görüyor: “Bir baba yeni geldi, çırpınışları vardı, bizim 11 sene önce yaşadığımızın aynısıydı. Bugüne kadar kimseye anlatamadığı şeyleri o kadar güzel anlatıyor ve rahatlıyor ki… Biz de o baskıyı uzun süre çok hissettik, artık sıyrıldık...” Bir anne de “Şimdi gülüyorsam, bir zamanlar çok ağladığımı, bunun bir süreç olduğunu onlara anlatabilirim…” diyor. Trans ve eşcinsellerin yaşamın her alanında ayrımcılığa maruz kaldığı, kendi aileleri tarafından öldürüldüğü Türkiye ’de bu ailelerin mücadelesi, çözüm için önemli ipuçları sunuyor...



Hastalık değil, varoluş şekli
Pınar Özer: Ben bir trans annesiyim. 2006’da çocuğum geldi, “Anne, ben başkayım, bedenim başka. Ben aslında kızım” dedi. İki senede gitmediğim psikiyatr, tekke, yatır kalmadı. Deniz kenarlarında ağladım. Eyüp Sultan’a kurban adadım, 23 Nisan ’da Aya Yorgi’ye çaput bağladım. Çocuğunun LGBT olduğunu öğrenen çoğu ebeveyn gibi bunun sapkınlık, hormonal bozukluk olduğunu, anne-baba rolümüzü iyi oynayamadığımızı düşündüm. Bir doktor bizi Çapa’ya yönlendirdi, Psikiyatr Prof. Dr. Şahika Yüksel’e gittik. ‘Çocuğun transseksüel, kabule geç’ dedi, tokat yemiş gibi oldum. Trans nedir bilmiyordum. ‘Bu bir varoluş şekli, hastalık değil’ dedi. Çocuğuma ilk şiddeti ben uygulamışım... Çocukken vurdum, “Sus” dedim, “Sen erkeksin.” Babasının arkadaşları “Neden bu kıvırtıyor?” dediğinde babasına yüklenmiştim... Öğretmenleri “Çok uslu ama dersin ortasında tuvalete gidiyor” derdi. Kız tuvaletine gidiyormuş, kimse görmesin diye... Erkek bedeninde hapsolmuş bir kız... Ya ‘Elâlem ne der’ derdine düşecektim, ya da çocuğuma destek olacaktım. Çok zor bir süreçten geçtik, ameliyat öncesi de sonrası da. Ben bir çektiysem o 10 çekti. Bizim çocuklarımızın da yaşam hakkı var. Ailesinde eşcinsel olmasa da bu konuda herkesin bilgi sahibi olması, çocuklarını eğitmesi lazım ki nefret suçlarının önüne geçelim.

LGBT aileleri dayanışma içinde
LİSTAG (LGBT Aileleri İstanbul Grubu) 2008’in başından beri lezbiyen, gey, biseksüel, travesti ve transseksüel bireylerin aileleri ve arkadaşlarına yönelik bir destek ve dayanışma grubu olarak çalışmakta. Grup, LGBT bireylerin aileleri, gönüllüler ve destekçilerden oluşuyor. Her hafta, yeni üyeleri karşılamak ve gelecek etkinlikleri planlamak amacıyla toplanıyorlar. Ayda bir, LGBT bireylerin bir aile üyeleriyle birlikte davet edildikleri yemekli buluşmalar düzenliyorlar. Yine ayda bir, Cinsel Eğitim Tedavi ve Araştırma Derneği’nden (CETAD) gönüllü psikolog ve psikiyatrların katılımıyla toplumsal cinsiyet, cinsiyet rolleri gibi kavramlara dair tartışmak üzere buluşuyorlar. Ailelere 0531 467 77 53 ’ten ulaşabilirsiniz.
Bu hikâyeler duyulmalı

Belgesel sinemacı ve akademisyen Can Candan 2000-2005 yılları arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde öğretim elemanı, bölüm başkanı ve yüksek lisans program direktörü olarak çalıştı. 2005-2009 yılları arasında Sabancı Üniversitesi’nde ders veren Candan, 2007’de Boğaziçi Üniversitesi’nin öğretim kadrosuna katıldı. ‘Benim Çocuğum’, Belgesel Araştırmaları Merkezi docİstanbul’un kurucularından olan Candan’ın üçüncü uzun metraj belgesel filmi. Candan, LİSTAG’lı ailelerle tanışmasını şöyle anlatıyor: “Anne ve babalarla ilk karşılaşmam 2010 yılında, nefret cinayetine kurban giden bir trans kadının acılı annesinin sarf ettiği ‘Koskoca dünyaya benim çocuğumu sığdıramadılar’ sözlerinin akabinde bir konferansta oldu. Konferanstaki panelde çocukları eşcinsel ve trans olan dört ebeveyn, son derece açık ve etkileyici bir şekilde kendi annelik ve babalık deneyimlerini anlatıyordu. Yetişkin bir çocuk ve aynı zamanda bir baba olarak, gözyaşları içinde onları dinlerken, kendi benzersiz kişisel deneyimlerini anlatıyor gibi görünmelerine rağmen, aslında her insanın kendisiyle ilişkilendirebileceği bir şeye de değindiklerini fark ettim: Bir insanın ailesi içinde ve toplumda kendi olma mücadelesi ve olduğu gibi kabul edilme ihtiyacı ve isteği. Hemen orada bu filmi yapmak istedim çünkü hikâyeleri daha çok insan tarafından duyulmalıydı...”

Aile bunu da paylaşabilmeli
Günseli Dum: Bir eşcinsel annesiyim. Çocuğumun farklı olduğunu küçükken fark ettim, ergenlikte feminen tavırları vardı. Her eşcinsel erkek feminen tavır sergilemez ama oğlum böyleydi. Bir uzmana danıştık, şanslıydık ki bilgiliydi. “Farklı bir şeye gerek yok, her çocuk gibi bolca sevgi ve desteğe ihtiyacı olacak” dedi. Gençliğimden beri ayrımcılığın her türlüsüyle mücadele eden biri oldum, kabullenmem zor olmadı. Ne yazık ki toplumun kabullenmesi çok zor oldu: Oğlumla okulda top, ibne diye dalga geçtiler. Rehberlik öğretmeni, “Çok kadınsı sesler çıkarıyor, uzmana danışsanız” dedi. Ona “Her şeyin farkındayım. Çocuklar acımasız olur. Yapmanız gereken çocuklara farklı olanlarla alay etmemeleri gerektiğini anlatmak” dedim. Bu ne suç, ne seçim, ne sapkınlık... Kimse çocuğunun aşağılanmasını istemez. Ailede sevgi, üzüntü nasıl paylaşılırsa bu da paylaşılıyor. Oğlumla sorunum yok, sevgilisi de gelir bizde kalır. LİSTAG’a gelen muhafazakâr aileler de var. “Çocuğumu Allah nasıl yarattıysa ben öyle kabul ederim” diyorlar.
Elif İnce/Radikal

6 Şubat 2013 Çarşamba

63. Berlin Film Festivali

Sadece film seçkileriyle değil, dünyaca ünlü yapımcı ve dağıtımcıları bir araya getiren film marketi ve festival kapsamında düzenlenen etkinlikleriyLe Avrupa'nın en önemli film festivallerinden biri olan Berlin Film Festivali 7 Şubat'ta ünlü yönetmen Wong Kar-Wai'nin Bruce Lee'nin hayatını anlatan yeni filmi The Grand Master ile 63. kez perdelerini açıyor. Wong Kar Wai ayrıca bu yıl jüri başkanı olarak da görev yapacak.

Festivalin Panorama bölümünde gösterilecek olan Uğur Yücel'in yönettiği Soğuk ile Aslı Özge'nin yönettiği Hayatboyu festivalde dünya prömiyerlerini gerçekleştirirken, Reha Erdem'in yeni filmi Jin de yine festival kapsamında seyirci ile buluşacak.

Bu yıl büyük ödül Altın Aslan için 19 film yarışıyor. Gus Van Sant'ın Promised Land, Steven Soderbergh'in Acı Reçete (Side Effects), Ulrich Seidl'in üçlemesinin final bölümü Paradise: Hope, Juliette Binoche’lu “Camille Claudel 1915”, Catherine Deneuve’lü “Elle s’en va” ve “La Religieuse” yarışmalı bölümün dikkat çeken yapımları olarak öne çıkıyor. Ayrıca bu bölümde ülkesi İran'da film çekmesi yasaklanan yönetmen Jafar Panahi ve arkadaşı Kambuzia Partovi'nin birlikte çektikleri Closed Curtain de yer alıyor.

17 Şubat'ta sona erecek olan festival nedeniyle Berlin'nin 120 bin konuk ve 4000 gazeteciyi ağırlaması bekleniyor. Yarışma dışı programda ayrıca Claude Lanzmann'ın Yahudi soykırımıyla ilgili röportajlardan ve tanıklıklardan oluşan 9.5 saatlik Shoah belgeselinin elden geçirilerek yenilenen versiyonu gösterilecek.

Yarışma dışı programda diğer dikkat yapımlar arasında Ethan Hawke ve Julie Delpy'nin başrollerinde yer aldığı Before Midnight, ABD yapımı animasyon Crood'lar (The Croods) ve River Phoenix'i çekimleri sırasında kaybettiğimiz Dark Blood bulunuyor.

Kaynak:baskahaber.org

4 Şubat 2013 Pazartesi

Alkan Avcıoğlu'na göre 2012 Yılında Türkiyede Vizyona Giren En İyi 10 Film

1. Shame
2. Drive
3. Yeraltı
4. The Artist
5. This Must Be The Place
6. Un Amour De Jeunesse
7. Haywire
8. Barbara
9. Moonrise Kingdom
10. Miss Bala


Kaynak: Sinema Dergisi - Şubat 2013

3 Şubat 2013 Pazar

Sinema Dergisi Yazarlarına Göre 2012 Yılında Türkiyede Vizyona Giren En İyi 10 Film

1. Amour
2. Moonrise Kingdom
3. Shame
4. Drive
5. Faust
6. The Master
7. We Need to Talk About Kevin
8. Melancholia
9. Barbara
10. The Artist

2 Şubat 2013 Cumartesi

Altyazı Dergisine göre 2012 Yılında Türkiyede Vizyona Giren En İyi 10 Film

1. Amour
2. We Need to Talk About Kevin
3. Moonrise Kingdom
4. Faust
5. The Master
6. Shame
7. Drive
8. Anna Karenina
9. The Departed
10. Tepenin Ardı