29 Mayıs 2013 Çarşamba

Alkollü İçkilerin Reklam Yasağına Karşı Rakı, Şarap ve Bira Üreticilerinden Reklamlı Veda Kampanyaları



Yeni alkol yasasının TBMM’de kabul edilmesinin ardından içki markaları da birbiri ardına bir bakıma veda reklam kampanyalarına başladı.



Geçtiğimiz günlerde Efes’in ünlü şişesiyle başlattığı akıma Yeni Rakı ve Şarap Üreticileri Derneği de katıldı.

Kaynak: baskahaber.org

26 Mayıs 2013 Pazar

W.E.

Madonna’nın ilk filmi W.E, sevdiği kadın uğruna koskoca bir imparatorluktan feragat eden Kral 8. Edward ve Amerikalı dul Wallis Simpson’ın aşklarını konu alıyor.
 
 
 
 
Amerika’nın Baltimore şehrinde doğan Wallis ve Kral Edward’ın aşkları masalsı ama gerçek.
Kral Edward’ın, ikinci evliliği halen sürerken tanıştığı Wallis Simpson, ilk bakışta çekici olmayan ama ince zevki, kültürü ve neşesi ile etrafındaki herkesi kendine hayran bırakan bir kadındı.
Edward ise zeki, bilgili ve  tüm Britanya’nın gözde yakışıklı bekarıydı.
Tanıştıkları dönemde henüz prens olan Edward, Wallis Simpson’ı görür görmez onun büyüsüne kapılmıştı.
Ancak bu ilişkinin İngiliz monarşisinde kabul görmesine imkan yoktu.
Wallis iki evlilik yapmış dul bir kadındı, üstelik damarlarında İngiliz kanı taşımıyordu.
Wallis kocasından boşanacağı süre zarfında İngiltere Kralının ölmesiyle veliaht 8. Edward tahta çıktı.
İngiliz yasalarına, kiliselere ve geleneklere göre evlenmeleri mümkün olmayan çift birbirinden vazgeçmedi. 
Ve tarih 10 Aralık 1936’da Edward, delicesine sevdiği Wallis Simpson’la evlenebilmek için radyodan halkına seslenerek heyecanlı bir konuşmayla kraliyeti bıraktığını duyurdu!
Tüm sansasyonlara rağmen Edward’ın annesi Kraliçe Mary oğlunu reddetmedi ve ona Windsor Dükü ünvanını verdi.
 
 
Dük Edward’ın tacını ve tahtını bıraktıktan 6 ay sonra çift Fransa’da Conde Şatosunda evlendi.
Artık tüm dünyanın gözde çifti olan dük ve düşes 20. Yüzyılın en büyük aşkını temsil ediyordu.
Wallis, düğünlerinde gelinlik yerine beyaz bir tayyör giymeyi tercih etmişti.
İnce fiziğiyle oldukça şık taşıdığı bu tayyör Design Museum tarafından ‘’Dünyayı Değiştiren 50 Elbise’’ kategorisine girdi.
Zira Düşes’in beyaz tayyörü dönemin gelinlik modasını etkilemiş ve kadınlar tarafından hızla taklit edilmeye başlanmıştı.
Artık Wallis Simpson sadece eski Kralın yeni eşi değildi aynı zamanda bir stil ikonuydu da.
Sıradan görünen ama aura sahibi düşeş güzel olmadığını kendisi de ifade ediyordu.
‘’Ben güzel bir kadın değilim, dolayısıyla yapabileceğim tek şey herkesten çok daha iyi giyinmek’’ diyen Wallis’in çok zeki bir kadın olduğu tartışılmaz.
Uğruna kraliyeti bırakan yakışıklı eşinin yanında stiliyle ön plana çıkan ince zevkli kadını temsil ediyordu. 
Ahenkli ve ihtişamlı yaşamları kadar Windsor Düşesinin giyim stili de 1930’lu yılların modasını oluşturuyordu.
Dönemin ünlü modacılarının peşinden koştuğu Wallis, Paco & Robanne, Elsa Schiaparelli, Chiristian Dior, Givenchy ve Coco Chanel gibi tasarımcılarla tarzını belirliyordu.
Bir stil ikonu olarak moda atarihine adını yazdıran Bayan Simpson hala Dior ve Roland Mouret gibi günümüz modaevlerinin ilham kaynağı olmaya devam ediyor.
 
 
 
Dünyanın en güzel kadınlarından değildi ancak en iyi giyinen kadınlarındandı şüphesiz.
Hakkında çıkan tüm spekülasyonlara karşın modayı bir silah olarak kullandı O.
Yaşantılarının ihtişamları kadar Winsor Dükü Edward’ın Wallis’e hediye ettiği aşkını simgeleyen mücevherleri de gündemden hiç düşmedi.
20. Yüzyılın en büyük aşkına tanık eden Cartier marka parçalar, yalnızca yapıldıkları dönem hakkında fikir vermiyor, aynı zamanda ünlü çiftin yaşamlarına dair bilgiler de sunuyor.
Bir çok mücevherde tarihlerin yanısıra samimi aşk cümleleri de var.
Edward’ın karısına duyduğu sevginin nişaneleri olan bu parçalardan 1935 yılında evliliklerinden önce Cartier tarafından imal edilen, değeri ise yaklaşık 90.000 sterlin olan elmasta iki sevgilinin baş harfeleri W ve E’ye ayrıca tahttan inmesiyle sonuçlanan sıkıntılı dönemlerine ait ‘’sıkı tutun (dayan)’’ ifadesine rastlanıyor.
Düşeş Wallis’in favorisi ise yine Cartier marka, dokuz adet Latin haçtan meydana gelen elmas bileziğin üzerinde krala düzenlenen suikast girişimine ithafen ‘’Tanrı Kralı Wallis için korusun. 16. VII. 1936’’ yazılmış.
Değeri 450.000 sterlin olan bu bilezik evlendikleri gün Wallis’in bileğindeydi.
 
 
Madonna’nın ilk yönetmenlik deneyimi olan Wallis ve Edward’ın büyük aşkını konu alan sinema filmi ile moda bugün yeniden Wallis Simpson adını yaşıyor.
 
Kaynak: Star Gazetesi Cumartesi eki

16 Mayıs 2013 Perşembe

Sanat vs. Gişe Sineması!

Yakın zamanda özelikle Beyoğlu'nda tek tek kaybettiğimiz bağımsız sinema salonları gerçeği, gösterime giremeyen küçük bütçeli, bağımsız 'sanat' filmlerinin salon bulamaması gerçeğini bir kez daha gün yüzüne çıkardı.

Beyazperde.com olarak sektörün bu sıkıntılı yönünü hem kendimiz masaya yatırmak istedik hem de sinema camiasının yetkin isimlerine fikir danıştık. İşte ülkemizdeki sinema sektörünün hali ve ahvali...

Beyazperde.com’un iş kalemlerinden biri de değişken vizyon takvimini yakalayabilmek, en doğru en güncel bilgiyi paylaşabilmek. Bu anlamda son bir iki yıldır bu duruma en yakın şahitler biz olduk. Özellikle de "Fetih 1453" zamanı ve sonrasında baş gösteren bu takvim değişiklikleri, bağımsız ve az kopyalı filmlerin, Fetih 1453 ve benzeri bütçeli filmlerle aynı haftalara denk gelirlerse izlenme potansiyellerinin sıfıra yaklaşacağını bilmeleri ve kendilerine temiz bir hafta bulmaya çalışmaları şeklinde cereyan ediyor. Ama ne mümkün. Artık çoğunluğu AVM’lerdeki büyük sinema zincirleri haline gelen sinema salonlarında 100 küsür kopyalı yüksek bütçeli gişe filmleri oynarken 5-10 kopya girecek bağımsız filmler haftalarını değiştire değiştire en sonunda hiç girmemeye bile karar verebiliyorlar.

Onur Ünlü bu duruma bir tepki olarak İstanbul Film Festivali’nin ödüllü filmi "Sen Aydınlatırsın Geceyi" filminin halkla buluşmasını, vizyona sokmama, farklı salonlarda, okullarda, talep doğrultusunda gösterime sokma şeklinde yürütmeye karar verdi. Gişe filmleri ve sanatsal filmler bambaşka işler elbette ama sonuçta mecraları aynı ve tüm sorunu da bu oluşturuyor. Emek’in yıkıldığı, Beyoğlu, Sinepop gibi sinema salonlarımızın kapatılma korkusuyla yaşadığımız bugünlerde birilerinin elini taşın altına sokması ve bu gibi bağımsız filmlerin de seyirciyle buluşabilmesi adına yeni mekanlar, yeni organizasyon şekilleri düşünmeleri şart. Aksi halde yurtdışından bile ödüllerle dönen filmlerimizden haberdar bile olmayan bir nesil yetişecek…

Kaynak: beyazperde.com
Melis Z. Pirlanti (Beyazperde.com Genel Yayın Yönetmeni)

Size dayatılan gerçek değil!

Merakla beklediğimiz filmler vizyona gelmiyor. Gösterime girenler ise 3-5 kopya ile sınırlı. Öte yandan AVM'lerde film izlemekten başka şans bırakılmıyor. İzlediğimiz çoğu şey sansüre maruz kalıyor. Peki, hâlâ nasıl 'internetten film indirmeyin' diye uyarıda bulunabilirsiniz?

(Fotoğraf: Ilgın Erarslan Yanmaz, Emek Sineması)



O uyarıyı görüyoruz ara ara, hafta sonu yine vardı. ‘Korsan izlemeyin, bizi zengin edin’ minvalinde bir şeylerdi. Peki, yasal olmayan yollara başvurmayalım ama önce insanları ‘aptal’ yerine koymadan biraz gerçeklerden bahsedelim. ‘İnternetten film indirmeyin, sinemaya gidin’ diye tehditkar bir yol göstermenin böyle bir ülkede, gerçek hayatta bir karşılığı yok maalesef. ‘Emeğe saygı’ klişesinden önce söylemekten bıktığımız halde duyulmayan bazı noktaları yeniden sıralamak gerekirse; 

Öncelikle; vizyon diye takip edilen şeyin artık ortalama bir sinema seyircisi için bile hiçbir şey ifade ve vaat etmediği ortada. AVM’lere mahkum edilen sinemaların vizyon yelpazesi yok denecek kadar azaldığı gibi, çoğu ödüllü/ iyi eleştiri almış/ merakla beklenen/ en azından yönetmeni, yazarı referans olan/ dikkate alınması gereken filmlerin şansı kalmamış durumda. ‘Vizyona girdi’ diye sevineceğimiz filmlerin kopya sayısı ise 1 ile 5 arasında değişiyor. Şaka gibi…
 
Ve bu filmlerin neden bu kadar az kopyayla gösterime sokulduğu sorusunun cevabı da bir o kadar komik. ‘İzlenmiyor’ denilen bu filmlerin seyirciye ulaşmamasının sebebi zaten bu kadar az kopyayla gösterime girmesi ve hemen vizyondan kaldırılması. Yani, bu döngüyü yaratan durumun kendisi zaten… 

Murat Özer’in tek kopyalık harikalar diye tanımladığı, bu kimsenin izlemediği(!) filmler içinde 2013’te Tepelerin Ardında (Depa Dealuri), Hayat Avcısı (The Imposter), No gibi yılın en iyileri arasında gösterilen filmler yer alıyor mesela. 

Bu anlayamadığımız ‘ticari zeka’nın seçimlerine bakmak gerekirse, örneğin 141 kopya ile gösterime giren Gelmeyen Bahar 20 bin kişi tarafından izlenmiş. Sinemaların ‘ticari mal’ olarak görmediği Michael Haneke’nin Aşk’ını ise sadece 3 kopyayla 26 bin kişi izlemiş. Bir örnek üzerinden ticari başarısızlık analizine soyunmayacağız elbette, zaten bunun ticari bir işten fazlası olduğunu anlamak asıl mesele. Kaldı ki, bunun gibi sayısız örnek önümüzde ve ticari olarak bile ortada kocaman bir tutarsızlık var.

Buna rağmen yıl içinde çokça servis edildiği gibi devamlı ‘sektör büyüyor’ deniyor. Peki, önümüzde duran ve kimsenin açıklayamayacağı rakamlar ne anlatmalı bize? Sadece geçen yıldan bugüne, Faust, Meleklerin Payı (The Angel’s Share), Gelecek (The Future), Tepelerin Ardında, Hayat Avcısı, No ve Acı (Pieta) 1’er kopya; Elena ve Yalnız Gezegen (The Loneliest Planet) 2’şer, Barbara ve Ekümenopolis 3’er, Yurt 4, Cennetteki Çöplük 5 ve Jin 7 kopya ile vizyona girerken, parasal açıdan beklenti yaratan ama sinemasal değerlendirme yapmanın mümkün bile olmadığı işler ne kadar iş yapmış diye baktığımızda karşımıza resmen bir film çöplüğü çıkıyor. Birkaç örnek; Anadolu Ateşi 67 kopya (2 bin 300 seyirci), Vur ve Kaç 40 kopya (11 bin seyirci), Van Gölü Canavarı 31 kopya (11 bin seyirci), Sihirli Oyuncaklar 74 kopya (12 bin seyirci), Senin ki Kaç Para 85 kopya (15 bin seyirci), Evrenin Askerleri: İntikam Günü 90 kopya (24 bin seyirci)… Liste inanın uzayıp gider. Boşu boşuna yazılmış satırlardan başka bir şeye dönüşmez. Amaç sadece ucuz filmlerle gişeyi hedeflemek ve dünya sinemasının uzağında içi boş bir eğlencelik sunmaksa kurulacak her cümle boşluğa düşer zaten.
 
Üstelik bahsettiğimiz alternatif, ana akımın dışında bir sinema da değil. (Onların hiç şansı yok maalesef) Sinema dediğimiz anda kafamızda ilk beliren isimlerden bahsediyoruz. Hiç ilgisi olmayan birine bile, Van Gölü Canavarı diye bir ‘şey’in 31 kopyayla girdiği vizyonda Michael Haneke’ye, P. Thomas Anderson’a, Reha Erdem’e, Zeki Demirkubuz’a zar zor yer var deseniz, acı acı güler galiba. Peki, böyle bir vizyon üzerine ne tartışılabilir? 


TEKELLERE RAĞMEN SİNEMA

Çoğu alanda olduğu gibi sinemada da güçlü tekeller oluşmuş durumda ve bu konuda söz söyleyen bu tekeller oluyor doğal olarak. Sinema salonları ve dağıtım 3-4 şirketin elinde ve bu şirketler insanların seyir zevkini keyiflerine göre belirlediği gibi sinemayı içi boşaltılmış eğlence aracından öteye götürmemekte ısrarlı. Şimdi yeni sinemacılar başta olmak üzere filmlerini seyirciyle buluşturmakta sorun yaşayan yönetmenler yeni dağıtım kanalları, imkanları yaratmaya çalışıyorlar. Onur Ünlü gibi kendi seyircisini yaratan ve vizyonda karşılığını bulan bir isim bile son filmini (Sen Aydınlatırsın Geceyi) vizyona sokmadan seyirciyle buluşturuyor. Bu kadar yönetmenin, sinemacının haykırmasına rağmen, bu sorunu hala görmeyip, yokmuş gibi yapıp ‘sektör büyüyor’ nidalarıyla gazetelere demeç vermek, neye karşılık geliyor bilmiyoruz ama buna sinema denmediğini iyi biliyoruz. 


EMEK'İNİ KORUMAK İSTESEN...

Yoksa, Emek Sineması’nı AVM’nin içine koymak için yanıp tutuşan ve bunu ‘aynen korunacak’ diye açıklayan bir mantalite ile nasıl bir tartışma içine girilebilir ki! 9 salonlu sinema yapıp, 5 salonu sadece 2 filme bölüştürüp, geri kalanı pop corn mısır eşliğinde sunan sinemaya ‘bizim’ diyemeyiz. Fuayesinden perdesine, film izleme deneyiminden izlediğimiz filmlere kadar bitmeyen bir liste bu… Emek, Atlas, Beyoğlu, Kızılırmak… Sizce sadece muhalif olmak için karşı çıkılan bir mesele mi bu? Daha fazla ne denir ki? Bir filmin mısır, cips sesleriyle, telefonun ışığıyla, interaktif fısıldaşmalarla bölünmeyecek bir iki saat olduğunu yeniden yeniden anlatmak kadar abes üstelik. Yurt dışından örnek versen olmuyor; kişisel film izleme tarihini anlatsan nostalji; duygunu, deneyimini, zevkini korumak istesen tutucu oluyor; Emek’ini korumak istesen ya zararlı ya da ‘daha önemli meseleler var, züppe!’ sayılıyorsun. Çıkış yok yani. 


GAYET POLİTİK BİR MESELE!

Şehirle ilgili bir meseleniz varsa, ne söylerseniz söyleyin, ne yazarsanız yazın aynı tepkiyi duyuyorsunuz, ‘’Bu kadar önemli mesele varken…’’ ile başlayan cümleleri. Yoksa, böylesine bir değişimin hiç yadırganmadan kabul görmesini açıklamak zor. Öyle ki, bu dönüşümün ne menem bir şey olduğunu anlatmak için bile nostaljiye mahkum ediliyoruz. ‘’Ne de güzeldi o eski günler’’ kalıbını şiar edindik. Halbuki, bu tamamen kişisel ve politik bir mesele. O yüzden de bir çıkış bulmak şart.


Devamlı dolaşımda olan bazı klişelere bakarsak;
  • Her yıl, sinema seyircisinin artığına dair haberler yapılır, rakamlar yayınlanır. Ancak, büyüyen sinema seyircisi değil, sinemaya gelen televizyon seyircisidir. En çok iş yapan filmlere ya da vizyona giren yerli filmlerin çoğunun konularına, oyuncu tercihlerine hatta diziden bir adım öteye gidemeyen hikaye, anlatım (varsa tabii) tercihlerine bakılırsa bu rahatlıkla görülebilir. ‘Daha çok seyirci’ amacından başka bir şey gütmeyen ve bunu yeterli gören, birbirinin aynısı işler kısaca.
  • Üstüne bir de ‘aile’ vurgusu yapılır sık sık. Bakanlık desteğiyle ve ajanslara yapılan açıklamalarla sürekli ‘ailecek izlenecek filmler’ tartışması gündeme gelir. Sinemayı sınırlandırmak, izleyici profilini tekdüzeleştirmek, tercih, ilgi ve seyir zevkini hiçe saymak için hayata geçirilen bu anlayışın yaratmaya çalıştığı şey de, toplamda aynı kapıya çıkıyor.
  • ‘Türk sinemasına destek’ tekerlemesini de unutmamak lazım. Hatırlatmaya gerek var mı, insanlar yerli sinemaya ya da genel olarak sinemaya destek olmak için film izlemeler. Film izleyenin de, sinemanın da böyle bir misyonu yok, olamaz da zaten. O yüzden ‘bu filme çok emek verdik’, ‘yerli sinema büyüsün’ gibi sloganlarla karşılaştığınızda oradan hemen uzaklaşmanızı tavsiye edebiliriz.
  • Geldik ‘korsan’ meselesine. İki kişi sinemaya gidiyorsunuz. Gidiyorsanız artık alternatif kalmadığı için büyük olasılıkla AVM sinemaları olacak bu. Ortalama 40-45 lira iki kişilik bilet fiyatı. Haftasonu ise daha fazla. Gidiş geliş, yeme-içme varsa bu rakam 80-120’ye kadar çıkabilir. Bu rakamın hiç sorun olmadığı bir kesim var elbette. Ama Türkiye şartları için bu rakamlar lüksün bile ötesinde. Bunda sinemadan kesilen vergilerin büyük payı var ama bu rakamlarla insanlara ‘korsan indirmeyin, sinemada izleyin’ derseniz en fazla gülüp geçerler. Bilet fiyatları bu durumdayken, üstelik; sinema, DVD, paralı kanallar dahil her şey sansürlü ve yasaklı iken ve bir de dünya sinemasının bütün nimetlerinden uzakta bir vizyon sunarken, internetten film indirmeyin demek ancak hayat şartları ve standartlarından bihaber olmanın karşılığıdır.
Sonuç mu? Sonuç falan yok aslında. Bu bir süreç. Dayatılan kültür meselesi. Ne istediğimiz çok basit. Film bittiğinde ışıklar yanmasına ve herkes çıkmasına rağmen jeneriğin sonuna kadar beklemeyi tercih ediyoruz biz. Göz ucuyla çevremize bakıyoruz. Bizim gibi birkaç kişi daha varsa seviniyoruz. Bu kadar basit. 

*Yazıda bahsi geçen çoğu mesele sinemayı seven birkaç kişi arasında geçen konuşmaların yazıya dökülmüş halidir bir bakıma. 

**Rakamlar Box Office Türkiye’den alınmıştır.


Kaynak: Hasan Çömert / NTVMSNBC 

66. Cannes Film Festivali


Dünyanın en önemli film festivallerinden Cannes, bugün başlıyor.

26 Mayıs’a kadar sürecek olan ve yönetmenler, oyuncular, dağıtımcılar, yapımcılar ile 4 bine yakın basın mensubunun katılacağı festivalin açılış filmi Avustralyalı yönetmen Baz Luhrmann’ın uzun yıllardır üzerinde çalıştığı F. Scott Fitzgerald’ın klasik romanı “The Great Gatsby / Muhteşem Gatsby”nin beşinci sinema uyarlaması.

“Muhteşem Gatsby”li açılışın ardından dünya sinema basının gözü 19 filmin yarıştığı Altın Palmiye ödüllü ana yarışmaya dönecek. Ne de olsa sinemanın en prestijli ödüllerinden Altın Palmiye yarışında bütün yılın sinema gündemini belirleyen filmlerin bir bölümü yer alıyor.

“En son 1986’da bir jüride yer almıştım, biraz paslandım, bana zaman verin” diyen Steven Spielberg’ün başkanlığındaki Altın Palmiye jürisi de, yarın basının karşısına çıkarak, filmlere bakış açıları ve filmlerde neye dikkat ettiklerini anlatacak.

Yarışmada en çok merak edilen filmlerden biri “Bir Ayrılık” ile Altın Ayı’nın yanı sıra En İyi Yabancı Dilde Film Oscar’ı kazanan Asghar Farhadi’nin yeni filmi “The Past”.

Genellikle filmlerini San Sebastian’da açmayı tercih eden Fransız sinemasının parlak isimlerinden François Ozon da bu yıl Cannes’da. Bir önceki filmi “Dans La Maison”la büyük beğeni toplayan Ozon’un kısa bir süre sonra çektiği, Cannes’da izleyiciyle buluşacak filmi “Jeune & Jolie” de diğer bir Altın Palmiye adayı.

Amerikan sinemasının önde gelen yönetmenlerinden Joel ve Ethan Coen, namı diğer Coen Biraderler bir folk şarkıcısıyla ilgili “Inside Llewyn Davis”le ana yarışmada yer alıyorlar.

2 yıl önce Cannes’da yarışan “Drive”ın ‘muhteşem ikilisi’ yönetmen Nicolas Winding Refn ile başrol oyuncusu Ryan Gosling, yeni filmleri “Only God Forgives”le yine Cannes takipçilerinin karşısında olacaklar.

Roman Polanski tiyatro oyunu uyarlaması filmi “Venus in Fur”le yarışacak diğer bir büyük isim.

Ayrıca son dakika eklemesi olarak yarışmaya dahil edilen, Jim Jarmusch’un vampir filmi “Only Lovers Left Alive” da heyecanla beklenen Altın Palmiye adayları arasında bulunuyor.

Kaynak: Nil Kural / Milliyet

9 Mayıs 2013 Perşembe

16. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali



Ankara’da düzenlenen 16. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali bugün başlıyor. 16 Mayıs’a kadar sürecek festivalin bu yıl en çok merak edilen bölümlerinden birisi İsveç sinemasının aykırı yönetmeni Mai Zetterling’in, zamanında çok tartışılan, 60’larda Cannes’da gösterimi yasaklanan filmlerinin gösterimi olacak.

Festival bu sene ‘…rağmen…’ teması altında ‘dayanışma, direniş, devinim’ sloganıyla başlıyor. 40 ülkeden 90 yönetmenin 98 filminin gösterileceği festivalin Tema bölümünde birbirinden ilginç filmler yer alıyor. Bunlardan biri Peter Brosens-Jessica Woodworth’un yönettiği kıyamet hikâyesi ‘Beşinci Mevsim/The Fifth Season.’

Festivalin en ilgi çeken bölümlerinden ‘Olay Yeri: Aile’de bu yıl da çocuk evliliklerinden enseste birçok konuda filmler var.

Etselle Larrivaz’ın ‘Hayvan Cenneti/Beast Paradise’ı bu bölümün en merak edilen filmi. Merakla beklenen galalarından birisi ise Polonyalı usta Dorota Kedzierzawska’nın son filmi ‘Başka Bir Dünya/Another World’ün gösterimi gerçekleşecek. Yönetmen de gösterim için Ankara’da olacak.

Hiç görmediği gerilla babasını arayan bir kadının öyküsünü anlatan Mizgin Müjde Arslan imzalı ‘Ben Uçtum Sen Kaldın’ ve LGBT bireylerin ailelerine odaklanan ‘Benim Çocuğum’ ve kadınların kendi soyadlarını kullanabilmek için verdikleri kimlik mücadelesini tanıklıklarla anlatan ‘Yok Anasının Soyadı’ ise festivalin öne çıkan belgesellerinden.

Bizden hikâyeler
Festivalin ulusal filmler bölümünde ise son dönemdeki kadın yönetmenler yer alıyor. Yeşim Ustaoğlu ‘Araf’, Belmin Söylemez ‘Şimdiki Zaman’, Filiz Alpgezmen ‘Yabancı’, Elfe Uluç ‘Aziz Ayşe’ ve Pelin Esmer de ‘Gözetleme Kulesi’ ile festivalde! Elfe Uluç ve Belmin Söylemez Ankara’da seyircileriyle söyleşi yapacak.

‘Şimdiki Zaman’ filminin ardından yönetmenle birlikte Tanıl Bora ve Aksu Bora’nın da katılacağı “Yeni Kapitalizmin Ruhu” başlıklı bir söyleşi yapılacak.

Festivalin vazgeçilmez bölümlerinden Pembesiz Mavisiz bir kez daha Antonia San Juan’ın kendine özgü sinemasını başkentlilerle buluşturuyor. Almodovar’ın ‘Annem Hakkında Her Şey’ filmindeki unutulmaz Agrado rolüyle devleşen Antonia San Juan yönetmen koltuğuna oturduğu son filmi ‘Yaz/The Summer Side’ ile festivalde! Annelik rollerini tersyüz eden ‘Baby Blues’ filminin yönetmeni Katarzyna Roslaniec; Güzel Yurdum’ filmiyle Yugoslavya iç savaşına bakan Michaela Kezele; tüyler ürpertici kıyamet filmi ‘Beşinci Mevsim’den Aurelia Poirier; ‘Kadınların Günü’ filminin yönetmeni Maria Sadowska; ‘Seni Gördüğümde’ filminden Ruba Blal; festivalin komedilerinden ‘Silent City’den Threese Anna ve Laurence Roothooft; zorla bekâret kontrolüne dikkat çeken ‘Derin nefes al’la Başak Büyükçelen de festivalin konuğu olarak gösterim mekânlarında seyircilerle bir arada olacak. Ayrıca, Almanyalı öncü yönetmen Monika Treut’un dört filmi, İran sinemasının en tanınmış kadın yönetmenlerinden Mania Akbari ve kardeşi Roya Akbari’den üç film de festival kapsamında gösterilecek.

Uçan Süpürge Derneği bu sene etnik/kültürel ayrımcılık üzerine görsel çalışmalar yapıyor. Bunun festivale yansıması olan ‘Aynı Çatı Altında’ başlıklı bölümde Ermeniler, Romanlar ve Çerkeslerden bahis var. Bölümün öne çıkan filmi ‘Habap Çeşmeleri’ Hrant Dink Vakfı Özel Gösterimi ile festivalde. Kültür Bakanlığı, Başbakanlık Tanıtma Fonu ve Ankara Genç İşadamları Derneği’nin desteğiyle düzenlenen festivalin gösterimleri Kızılırmak ve Geothe Enstitüsü’nde.

FIPRESCI jürisinin zor seçimi

Dünyada FIPRESCI’nin jüri gönderip ödül verdiği tek kadın filmleri festivali olan Uçan Süpürge’de bu yıl da yepyeni filmlerden biri bu prestijli ödülün sahibi olacak. Jüride bu yıl; Fransa ’dan Magali Van Reeth, Hırvatistan’dan Mima Simic ve Türkiye ’den Ceyda Aşar var.

Filmler şöyle: ‘Kuleli Ev/House with a Turret’, ‘Tomurcuk/In Bloom’, ‘Bir Hayalimiz Vardı/Ginger&Rosa’, ‘Montrö Kraliçesi/ Queen of Montreuil’, ‘Marussia’, ‘Annelik Hüznü/Bejbi Blues’, ‘Sabah Yıldızı/Morning Star’, ‘Saraybosna’nın Çocukları/Children of Sarajevo’, ‘Savaşın Gölgesinde/Lore’, ‘Seni Gördüğümde/When I Saw You’, ‘Sessiz Şehir/Silent City’, ‘Üç Dünya/Three Worlds’.

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Şebnem Ferah - OD


Şebnem Ferah'ın 'Od' adlı yeni albümü 9 Mayıs'ta Pasaj Müzik'ten çıkıyor.

10 parçanın yer aldığı albümde, 9 şarkının söz ve müziği Şebnem Ferah'a ait.

Albümün sürprizi ise, sözleri Nazım Hikmet'e, müziği Cem Karaca'ya ait 'Çok Yorgunum' adlı şarkı .

Şebnem Ferah'ın 'Od' adlı yeni albümünde şu şarkılar yer alıyor:

Kalbim Mezar, Birileri Var, Od, Savaş Boyası, Bin Yıldır, Ya Hep Ya Hiç, Utangaç, Yarım, Girdap ve Çok Yorgunum.

2 Mayıs 2013 Perşembe

Medyanın 1 Mayıs'ı


Başbakan Erdoğan ve İçişleri Bakanı Güler'in açıklamalarından vazife çıkaran medya, dünkü polis şiddetinin sorumlusu olarak 1 Mayıs'ı Taksim'de kutlamak isteyen emekçileri gösterdi.

Yeni Şafak gazetesi, kara propagandada yine sınır tanımadı, 17 yaşındaki Dilan Alp'i ölüm sınırına getiren polis terörü için "Herkes gaza geldi" manşetini attı. İçişleri Bakanı Güler'in dilinden konuşan gazete, "Taksim yasağını bahane eden yüzü maskeli gruplar terör estirdi" ifadesini kullandı. Star gazetesi de polisin halka karşı uyguladığı şiddeti görmezden geldi, "Marjinal Taksim" manşetini attı.

Medyanın sayfalarına taşınan fotoğraflarda ise polisin emekçilere ve devrimcilere karşı uyguladığı şiddet ise gizlenemedi.

Yeni Şafak gazetesi "Herkes gaza geldi" manşetini attı. Spot ise şöyle: "Sendikaların 1 Mayıs'ı şantiye halindeki Taksim Meydanı'nda kutlama inadı ve polisin sert tepkisi İstanbul sokaklarını savaş alanına çevirdi. Taksim yasağını bahane eden yüzü maskeli gruplar terör estirdi. Taşlı sopalı, biber gazlı 'İşçi Bayramı'nda çok sayıda polis, gösterici ve gazeteci yaralandı"

Star gazetesi, "Marjinal Taksim" manşetini attı, "Yasadışı DHKP-C, TGB, İP gibi marjinal örgütler bir kez daha emekçi bayramı 1 Mayıs'ı rehin aldı. Taksim'e çıkmak isteyen göstericiler polise taş ve sopalarla saldırdı, polis biber gazı, tazyikli su ile karşılık verdi" dedi.

Zaman gazetesi, "İnatlaşmanın faturası halka çıktı" manşetini attı, "İstanbul'daki 1 Mayıs kutlamaları olaylı geçti. Göstericilerin Taksim'e girmemesi için otobüs, metro, metrobüs ve vapur seferleri iptal edilince vatandaşlar yollarda kaldı. Ortalığı savaş alanına çeviren eylemcilerden bazıları, işyerleri ve bankaların camlarını kırdı. Polis, grupları dağıtmak için gaz bombası kullandı" dedi.

Taraf gazetesi, "İktidar dağıttı" manşetini attı, "Başbakan'ın sözlerinin ardından, köprüler ikiye ayrıldı, yollar kapandı. Vapurlar, otobüsler işlemedi, İstanbul'da hayat durdu. Taksim'e gitmeye kalkanlar ise gazlandı, coplandı ve hastanelik edildi" dedi.

Vatan gazetesi, "İki ileri bir geri" manşeti ve "Taksim'de iki yıldır bayram havasında kutlanan 1 Mayıs, bu yıl 'restlemşmenin' kurbanı oldu. İşçi Taksim'e çıkamadı, radikal gruplar polisle çatıştı, yine gaz, gözyaşı ve kan vardı" spotuyla dünkü şiddeti duyurdu.

Hürriyet gazetesi "Bayram zehir oldu" manşetini attı. Spotta, "1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü, valiliğin yasağına rağmen Taksim'e çıkmak isteyenlere İstanbul polisinin biber gazı ve tazyikli su ile müdahalesiyle bayram olmaktan çıktı. Başına gaz bombası kapsülü gelen liseli Dilan ameliyata alındı" denildi.

Milliyet gazetesi, "Gaz ve gözyaşı" manşetini attı. Spotta, "Taksim Meydanı'na ulaşmak isteyen gruplara 22 bin polis aman vermedi. Biber gazı ve suyun hesapsızca kullanıldığı olaylar sırasında çok sayıda kişi yaralandı" ifadesi yer aldı.

Posta gazetesi, "Ne gerek vardı?" manşetini attı. Spotta, "Sendikalar 1 Mayıs'ı, 1 Mayıs 1997'de 34 kişinin öldüğü İstanbul Taksim Meydanı'nda kutlamak istedi. Devlet, 'Taksim'de inşaat var' diyerek izin vermedi. Bu restleşme herkese hayatı zehir etti. Eylemciler Taksim'e gitmesin diye polis barikatlar kurdu, toplu taşıma durduruldu. Sonuçta, devlet de, eylemci de, vatandaş da, polis de bu işten çok zararlı çıktı" denildi.

Sabah gazetesi, dünkü polis şiddetini manşetten görmedi. Manşette, "Terör artık 1 No'da değil" diyen gazete, dünkü Taksim direnişini, manşetin bir haberi olarak "Biraz gaz, biraz duman, biraz inat, biraz aman" başlığıyla verdi.

Habertürk gazetesi de dünkü 1 Mayıs'ın sürmanşette gördü, "1 Mayıs'ta Taksim'e geçit verilmedi, İstanbul gaza boğuldu. Olan Dilan'a oldu" denildi.

Cumhuriyet gazetesi, "Gazlı faşizm" manşetini atarken, Radikal gazetesi "Neden?" diye sordu. Akşam gazetesi "Taksimli suç", Bugün gazetesi "1 Mayıs terörü", Takvim gazetesi "Taş devri", Güneş gazetesi "İstanbul gazı", Akit gazetesi "Bayram ve terör" manşetlerini attı.

Evrensel gazetesinin Taksim'deki polis şiddeti ve direnişi yerine "İş, barış, özgürlük 1 Mayıs'ı" ifadesini manşete taşıması dikkat çekti. Gazete manşet fotoğrafı olarak İstanbul dışında başka bir ilden fotoğraf tercih etti. Taksim'deki polis şiddeti ve buna karşı direniş ise ana sayfada "Can güvenliği dediler, cana kastettiler" başlığıyla ve küçük bir fotoğrafla yer aldı.

Birgün gazetesi, "AKP terörü" manşetiyle dünkü saldırıyı okurlarına duyurdu. Gündem gazetesi ise "Hükümet Taksim'i rehin aldı" dedi.

Kaynak: etha.com.tr

1 Mayıs 2013 Çarşamba

1 Mayıs İşçi Bayramı’nın Tarihçesi


1 Mayıs İşçi Bayramı; her türlü ayrımcılığa, sömürüye ve baskıya karşı işçilerin bütün dünyada isteklerini dile getirdikleri, neredeyse tüm dünya ülkeleri tarafından ortak olarak kutlanılan tek bayramdır. İşçi dayanışması ve insan emeğinin sömürülmesine karşı çıkmak açısından 1 Mayıs asla unutulması, vazgeçilmemesi gereken bir gündür. 1 Mayıs bir ihtilal günü değildir, yalnızca komünistlere özgü bir gün de değildir. Yakıp yıkma, yağma, vurma ya da kargaşa yaratma günü hiç değildir. 

Peki 1 Mayıs nedir? 1 Mayıs’ın tarihçesi nedir, 1 Mayıs neden işçi bayramıdır?

Kapitalizmin tarihi aynı zamanda insan emeğinin hangi uç noktalara kadar sömürülebileceğinin de tarihidir. Özellikle Sanayi Devrimi’nin ardından hız kazanan kapitalist sömürü düzeni, işçileri günde 16 saatten fazla çalışmaya zorluyor; burjuvanın üretim maliyetini düşürmek için işçilere emeğinin çok altında ücret ödemesi ve kadın-çocuk işçilerin ağır işlerde çalıştırılması gibi faktörler sömürünün boyutunu had safhaya taşıyordu. Şirketler bu sayede eşi görülmemiş büyüme oranlarına ulaşırken işçileri ise işyeri güvenliği, sağlık koşulları, örgütlenme ve grev gibi en temel hakları bile kendilerine vermeyen siyasi ve hukuki sistem beklemektedir. Mutlu, güçlü ve sömüren bir azınlığın karşısında mutsuz, umutsuz ve emeği sömürülen milyonlar oluşmuştur.

Emekçiler bu sömürü düzeninin farkına varıp az-çok bir “bilinç” düzeyine ulaştıkları andan itibaren sömürüye karşı seslerini yükseltmeye başladılar. İşçi sınıfının bu sömürü düzenine son vermek ve normal işgünü için verdiği mücadele 19. yüzyılda doruğa ulaştı; birçok ülkede ilk olarak çocukların ve ardından yetişkinlerin çalışma saatlerini sınırlandıran yasalar çıkmaya başladı. 19. yüzyılın ortalarında tüm dünya emekçilerin ortak istekleri, çalışma saatlerinin günde 8 saat olarak sınırlandırılması durumuna gelmişti.

Avustralya’nın Melbourne kentindeki taş ve inşaat işçilerinin, 1856 yılında 8 saatlik iş günü için kent üniversitesinden Parlamento Evi’ne kadar yürümesi bu isteği dile getiren ilk gösteriydi. ADB’nin Baltimore kentinde 6 Ağustos 1866’da toplanan Genel İş Kongresi ise işçilerin bu isteklerini tüm dünyaya duyuran ilk bildiriyi kaleme alıyordu:
Bugünün ilk ve en büyük zorunluluğu, bütün Amerika Birleşik Devletleri’nde, sekiz saatlik çalışmayı, normal işgünü kabul eden bir yasayı yürürlüğe koyarak, bu ülkenin emeğini kapitalist kölelikten kurtarmaktır. Bu şanlı sonuca erişene dek bütün gücümüzle çalışmaya kararlıyız.
İşçiler bu haklı mücadelelerinin ilk meyvesini 25 Haziran 1868’de aldı. ABD Kongresi bu tarihte tüm kamu kurumlarında çalışanların günlük çalışma saatlerini 8 saate indiren bir yasayı kabul etti.

Şimdi sıra 8 saatlik işgücünü özel sektöre de kabul ettirmeye gelmişti. 1874 yılında on binlerce işçi New York’un Tomkins alanında toplanıp sekiz saatlik işgücünün yasalaşmasını isteyen bir miting düzenlediler ama işverenlere bu isteklerini kabul ettiremediler, aldıkları kararları uygulatma olanağı bulamadılar. Fakat ok artık yaydan çıkmıştı. Bu mitingi 1877 yılında kömür işçileri günlük çalışma saatlerinin 8 saatle sınırlandırılmasını isteyen öfkeli çıkışları izledi. Bunu yine aynı yıl ABD tarihinin o güne kadar gördüğü en büyük grev izledi. Baltimore ve Ohio demiryolu şirketinin krizi gerekçe göstererek işçilerin ücretlerinde % 10 kesinti yapılacağını açıklaması nedeniyle binlerce işçi greve çıktı. ABD medyasının o dönem ne derce sermayenin yanında olduğunun anlaşılması için, Chicago Tribune gazetesinin greve giden işçilere karşı el bombası kullanılmasını önermesi ya da New York Tribune’nin “Onlara birkaç gün silah diyeti verin bakalım, o tür ekmek hoşlarına gidecek mi?” yazması yeterli bir örnek olacaktır. Ne var ki işçilerin örgütlü bir yapıya sahip olmaması ve uzun süre direnmeyi başaracak olanaklara sahip olmamaları nedeniyle tüm bu mücadelelerden somut bir sonuç almak mümkün olmadı. Oysa sermaye sahipleri, işçileri sömürmek için çoktan birlik olmuşlardı. Daha o dönemlerde burjuva sözcüleri şöyle diyordu: “Unutulmamalıdır ki, düşük ücretle çalışmak isteyen kitleleri bir avuç anarşist-komünistin engellemeye hakkı yoktur. Ezileceklerdir. Ülkede devletin kanunları yürürlüğe girecektir.

Kısacası sözde kanunları uygulamak gerekçesiyle, ucuz emek sömürüsüne karşı çıkanların, işçi haklarını savunanların ortadan kaldırılacağı tehdidinde bulunup gözdağı veriyorlardı.

Gökdelen Tepesinde Öğle Yemeği

1886 yılının 1 Mayıs Pazar günü, İşçi Bayramı’nın tarihçesinde bir dönüm noktası oldu. Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun önderliğinde sayıları neredeyse 400.000’i bulan emekçiler,  günlük çalışma süresinin 8 saate indirilmesi talebiyle ABD genelinde iş bıraktılar. Katılım öylesine büyüktür ki, 80.000 işçinin grevlere katıldığı Şikago kentinin yerel gazetesi o günü “Fabrikaların bacalarından hiç duman tütmüyordu. Her şey Sebt Günü’nü (Musevilerin çalışmadıkları Cumartesi günü) andıran bir görünümdeydi” diye betimlemektedir. Fakat işverenin tepkisi daha önce olduğu gibidir. Örneğin McCormick Harvester fabrikasının patronu, greve katılan 1.400 işçiyi işten çıkartıp yerlerine grev kırıcı işçileri alır.

McCormick Harvester fabrikasının işçi kıyımını ve işçileri birbirine düşürme girişimini protesto etmek isteyen işçiler 3 Mayıs tarihinde toplanarak fabrikaya yürürler. Fakat fabrikaya giden yollar hem polis hem de işverenin kiraladığı Pinkertonlar (1850 yılında Allan Pinkerton tarafından kurulan özel bir ABD güvenlik şirketi)  tarafından çoktan kesilmiştir. Polisin açtığı ateş sonucu altı işçi yaşamını yitirir.

1 Mayıs Neden İşçi Bayramı Oldu?

Bu saldırıyı protesto etmek için ertesi gün Haymarket Alanı’nda düzenlenen miting çok daha kanlı oldu. Mitingin sonlarına doğru nereden atıldığı belli olmayan bir el bombası polislerin tam ortasına düştü. Polisin karşı saldırısı acımasız ve hedef gözetmetsizin gerçekleşti. Emniyet Müdürü John Bonfield’ın bizzat yönettiği saldırıda işçilerin üzerine kurşun yağdırıldı. Fakat açılan ateş rastgele olduğu için 10 işçinin yanısıra 6 polis de yaşamını yitirdi, yüzlerce işçi yaralandı. Yüzlerce işçi kanıt olmaksızın ve asılsız suçlamalarla tutuklandı.

Tutuklananlar arasından 8’si kurban seçildi ve yargılamaya 21 Haziran 1866’da Cooke Country Ağır Ceza Mahkemesi’nde başlandı. Daha en başından mahkemenin düzmece olduğu belliydi. Öyle ki jüri üyeliği için seçilenler iş adamlarından, onların emrindeki işçilerden hatta Haydmarket Olayı’nda ölen polislerden birinin yakınından oluşuyordu. Üstelik jüri üyeleri kura ile belirlenmemiş, bizzat mahkeme tarafından seçilmişti.

Bu sekiz insanın inançları ve sendikal faaliyetleri nedeniyle yargılandıkları ve kapitalist sömürüye karşı çıkacak diğerlerine gözdağı verilmesi için cezalandırılacakları Savcı Grinnell’in kapanış konuşmasından da belli oluyordu:
Yasalar yargılanıyor. Anarşi yargılanıyor. Bu adamlar seçildiler, Büyük Jüri’nin önüne getirildiler ve önder oldukları için suçlandılar. Kendilerini takip eden binlercesinden daha fazla suçlu değiller. Jürinin saygıdeğer insanları! Bu insanları mahkum edin, onları örnek yapın. Onları asın ki, kurumlarımızı ve toplumumuzu kurtarın.
Böyle diyordu savcı. Tüm mahkeme boyunca kanıt sunamamıştı ama diğerlerine gözdağı olması için asılmalarını istiyordu…

Mahkeme sonunda sekiz kişiden yedisi; Albert Parsons, August Spies, Louis Lingg, Michael Schwab, George Engel, Samuel Fielden ve Adolph Fischer Haymarket olayı nedeniyle idam cezasına, Oscar Neebe ise 15 yıl ağır hapis cezası çarptırıldı. Serbest bırakılmaları için ülke çapında düzenlenen gösteriler nedeniyle Michael Schwab ve Samuel Fielden’ın cezası daha sonra müebbet hapse çevrildi. Ölüm cezasına çarptırılanlardan Louis Lingg celladın ipi boynuna geçirmesini beklemedi ve idamdan bir gün önce intihar etti. Parsons, Engel, Spies ve Fischer ise 21 Kasım 1887’de idam edildi. Parsons asılmadan önce, yaşananlardan dolayı özür dilemesi halinde cezasının hafifleyeceğini söylenenlere inat tarihe geçecek sözlerini haykırıyordu: “Bütün dünya benim suçsuz olduğumu biliyor. Asılacaksam bu cani olduğum için değil, emekçi olduğum içindir…

Amerikan İşçi Federasyonu AFL ve CGT, 8 saatlik işgünü yasalaşıncaya kadar 1890 yılından itibaren her yıl 1 Mayıs’ta gösteri düzenlenmesi kararı aldı. 1889’da Paris’te toplanan II. Enternasyonal’de öne çıkan konu da sekiz saatlik işgünün kabul ettirilmesiydi.  Bu toplantıda Amerikan işçi sınıfının temsilcileri kendileri tarafından 1 Mayıs 1890′da 8 saatlik işgünü yasalaşıncaya kadar grev yapılması yolunda aldıkları karara dikkat çekti. Bordeaux’lu işçi temsilcisi Lavigne’in tüm ülkelerde ortak bir iş bırakma günü belirlenmesini teklifi ile Kongre bu tarihten itibaren 1 Mayıs’ın tüm dünyada İşçi Bayramı olarak kutlanmasına karar verdi. 1 Mayıs’ın İşçi Bayramı olarak benimsenmesinin nedeni hem 1866′da yaşananları hiçbir zaman unutturmamak, hem de işçilerin hakları için korkusuzca yaşamlarını feda eden kahramanların adlarını onurlandırmaktır.

1 Mayıs günümüzde tüm dünyada işçilerin dayanışma içinde adaletli bir dünyaya kavuşma isteğini dile getirdiği ve sekiz saatlik işgücü için yapılan mücadelenin kahramanlarına saygı gösterdikleri evrensel bir gündür.


Kaynak: serenti.org