23 Kasım 2012 Cuma

Bir Sezay Özbal Fotoğrafı



1991 Körfez Savaşı’nın ardından Kuzey Irak’taki Kürt’lerin büyük bir kısmı Saddam’ın zulmünden kaçmak üzere göç yollarına düştü.
Bu fotoğraf, Kürt Göçü’nü fotoğraflamak için bölgede gazetecilik yapan Sezay Özbal’a ait.
Daha genç yaşlarımda -şu an utandığım bir konformizm ile- zor yaşam koşulları içerisindeki insanların neden çok çocuk sahibi olduğunu sorgulardım.
Zaman içerisinde görüşlerim değişti.
Misal, bu insanlar zorunlu göçlerinden önce de huzur içerisinde yaşamıyorlardı.
Diktatörlükle yönetilen bir ülkede, yatırım yapılmayan bir yörenin, iş ve eğitim olanaklarından uzak hayatlar süren insanlarıydı her biri.
Hasbelkader dünyanın savaş ve açlığın kol gezmediği bir köşesinde, temel yaşam özgürlükleri elinden alınmış bir azınlık yerine statükonun sırtını yasladığı bir çoğunluğun parçası olarak dünyaya gelmiş talihli bireyler için “yaşıyor olma deneyiminin” mükafatı, birçok kaynaktan temin edilebilen, neredeyse rutin bir keyif.
Fakat bu fotoğrafta izlediğiniz insanların yaşamlarına anlam katmak için yapabildikleri tek şeyi yapıyor olmalarına burun kıvırmak, şüphesiz son derece haksız bir tavır.
Sezay Özbal’ın fotoğrafı benim için fakirliğin ve çaresizliğin hakim olduğu coğrafyalarda nüfus artışının daha hızlı olmasının nedenlerine dair önemli ipuçları barındırıyor.
Kaynak: Murat Eren

22 Kasım 2012 Perşembe

Yazar Sevgi Soysal'ın Ölümünün 36. Yıldönümü


Yazar Sevgi Soysal'ın ölümünün 36. yıldönümü.

Sevgi Soysal 30 Eylül 1936'da İstanbul'da doğdu. Aslen Selanikli mimar-bürokrat bir babayla Alman bir annenin altı çocuğundan üçüncüsü olarak büyüyen Sevgi Yenen, 1952'de Ankara Kız Lisesi'ni bitirdi. Bir süre Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nde arkeoloji okudu. 1956 yılında şair ve çevirmen Özdemir Nutku ile evlendi, birlikte Almanya'ya gittiler. Göttingen Üniversitesi'nde arkeoloji ve tiyatro dersleri izledi (1956-57). 1958'de Türkiye'ye döndü ve Korkut adını verdikleri bir oğlu oldu. Ankara'da Alman Kültür Merkezi ve İrtibat Bürosu'nda ve Ankara Radyosu'nda çalıştı (1960-61). Bu dönemde, toplum karşısında bireyin tedirginliğini öne çıkaran "yeni gerçeklik" akımından izler taşıyan öykü ve yazıları Dost, Yelken, Ataç, Yeditepe ve Değişim dergilerinde yayımlandı. (1960-64).

1961’de Ankara Meydan Sahnesi'nde Haldun Dormen'in yönettiği "Zafer Madalyası" adlı oyunda tek kadın rolünü oynadı. İlk öykü kitabı "Tutkulu Perçem" 1962 yılında yayımlandı. "Zafer Madalyası" oyununda tanıştığı Başar Sabuncu ile evlendi (1965). Aynı yıl TRT'de program uzmanı olarak çalışmaya başladı. 1965-69 yılları arasında Papirüs ve Yeni Dergi'de öyküleri yayımlandı. Bu arada tezini vererek arkeoloji diplomasını aldı. Teyzesi Rosel'in kişiliğinden yola çıkarak, birbirine bağlı öykülerden oluşan "Tante Rosa"yı yazdı (1968). Kadın-erkek ilişkisi ve evlilik temasını işlediği ilk romanı "Yürümek"le (1970) TRT Sanat Ödülleri Yarışması Başarı Ödülü'nü kazandı.

12 Mart, Sevgi Soysal'ın hayatı ve yazarlığı üzerinde derin izler bırakan bir dönem oldu.

"Yürümek" müstehcenlik gerekçesiyle toplatıldı ve Sevgi Soysal, kısa bir tutukluluk ardından TRT'den ayrılmak zorunda kaldı. Anayasa profesörü Mümtaz Soysal'la, Soysal'ın kömünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle tutuklu kaldığı Mamak Cezaevi'nde evlendi. Siyasal nedenlerle tekrar tutuklandı ve sekiz ay Yıldırım Bölge'de, iki buçuk ay da sürgüne gönderildiği Adana'da kaldı. Cezaevinde yazdığı "Yenişehir'de Bir Öğle Vakti" adlı romanıyla 1974 yılında Orhan Kemal Roman Armağanı'nı kazandı. Kızları Defne Aralık 1973'te, Funda ise Mart 1975'te doğdu. Adana'da sürgünde bulunan bir kadının başından geçen olaylar etrafında 12 Mart'ı eleştirdiği romanı "Şafak", 1975'te yayımlandı. Bu dönemde Anka Haber Ajansı ve Sosyalist Kültür Derneği'nin kuruluşunda rol aldı. Politika gazetesinde tefrika edilen cezaevi anıları Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu başlığıyla kitaplaştırıldı (1976).

Yakalandığı kanser hastalığı nedeniyle 1975 sonbaharında bir göğsü alındı. Hastalık izlenimlerini ve 12 Mart sonrası değişimi anlatan öykülerini topladığı "Barış Adlı Çocuk" 1976'da yayımlandı. Eylül 1976'da bir ameliyat daha geçirdi ve tedavi için eşiyle birlikte Londra'ya gitti. Üzerinde çalıştığı son romanı "Hoşgeldin Ölüm"ü tamamlayamadan 22 Kasım 1976'da İstanbul'da öldü. Yeni Ortam ve Politika gazetelerine yazdığı yazılar, "Bakmak" (1977) adlı kitapta toplandı.


Kaynak: baskahaber.org


21 Kasım 2012 Çarşamba

Zamanında "Asla Böyle Bir Şey Olmaz" Diyenler

"Asla böyle bir şey olamaz" dememek lazım. 
Çünkü zamanında 'asla olmaz' demişler ve olmuş. 
Sizin de 'asla olamaz' dedikleriniz neler? 

** Gelecekteki bilimsel ilerlemeler ne olursa olsun, insanlık Ay'a asla ulaşamayacaktır." 
(Dr.Lee De Forest, vakum tüpünün kaşifi ve televizyonun babası.)


** Keşfedilebilecek her şey keşfedilmiş bulunuyor."
(Charles H. Duell, commissioner, U.S. Office of Patents, 1899)


** Lokomotiflerin posta arabalarından iki kat daha hızlı gidebileceği hakkında beslenen kanaatten daha saçma ne olabilir?"
(The Quarterly Review,England (March 1825)


** Ameliyatlarda acının dindirilmesi aptalca bir hayaldir. Onu aramaya çalışmak saçmalıktır. Ameliyatlardaki bıçak ve acı hastaların zihninde ebediyen birlikte yaşayacak iki kelimedir."
(Dr.Alfred Velpeau (1839) French surgeon)


** İnsanların Ay'a seyahat edebileceklerini düşünmek, fırtınalı Kuzey Atlantik Okyanusunu buharlı gemiler kullanarak geçebileceklerini düşünmek gibidir."
(Dr. Dionysus Lardner (1838) Professor of Natural Philosophy and Astronomy, University College,London)


** Ay'a roket göndermek gibi aptalca bir fikir, habis uzmanlaşmanın düşünceye karşı kapıları sımsıkı kapalı hücrelerde çalışan bilimcileri hangi saçma noktalara götürebileceğinin bir örneğidir."
(A.W.Bickerton (1926) Professor of Physics and Chemistry, Canterbury College, New Zealand)


** Paris sergisi kapanınca elektrik ışığı da sönecek ve artık ondan hiç sözedilmeyecek."
(Erasmus Wilson (1878) Professor at Oxford University)


** İyi bilgilenmiş kimseler bilirler ki, sesi teller üzerinden nakletmek imkansızdır, bu mümkün olsa bile böyle bir şeyin pratik bir değeri olamaz."
(Editorial in the Boston Post 1865)


** Geçen yıl hiç bir radikal gelişme ortaya çıkmamış olmasından anlaşılıyor ki otomobil gelişiminin son noktasına pratik olarak ulaşmıştır."
(Scientific American, Jan. 2, 1909)


** Havadan hafif ve uçabilen makineler imkansızdır."
(Lord Kelvin, ca. 1895, Biritish mathematician and physicist)


** Radyonun geleceği yoktur."
(Lord Kelvin,ca. 1897)


** Televizyon teorik ve teknik olarak mümkün olsa bile ben onun ticari ve finansal bakımdan imkansız olduğunu ve geliştirilmesi için çok fazla zaman harcamamak gerektiğini düşünüyorum."
(Lee DeForest, 1926 American radio pioneer)


** ENIAC'ın üstündeki hesap makinesi 19,000 vakum tüpüyle donatıldığına ve 30 ton geldiğine göre, geleckteki bilgisayarlarda belki de sadece 1,000 vakum tüpü bulunabilir ve onlar 1,5 ton ağırlığında filan olabilir."
(Popular Mechanics, March 1949)


** Herkesin evinde bir bilgisayar bulunmasının gereği yok."
(Ken Olson, 1977, President, Digital Equipment Corp.)


** Nükleer enerjinin bir gün elde edilebileceğine dair en ufak bir gösterge bile bulunmuyor. Bu, atomu istediğimiz gibi parçalayabileceğimiz anlamına gelirdi."
(Albert Einstein, 1932)

19 Kasım 2012 Pazartesi

Bir Film Nasıl Okunur Atölyesi - Alkan Avcıoğlu


Başlangıç Tarihi: 25 Kasım Pazar
Her Pazar - Saat: 19:00 - 22:00
Süre: 10 hafta
Ücret: 10 haftalık ücret 400 TL.

Filmlere farklı bir gözle bakmaya başlamak ister misiniz?
Sinemaya yaklaşımınızı değiştirecek olan bu atölye çalışmasında amaç sinemanın temel konseptlerini tanıtıp çağdaş film gramerini kavramaya dair pratik geliştirmek.
Her hafta birbirinden farklı filmlerden gösterilecek sahneler eşliğinde kamera, ışık, kurgu, ses, oyunculuk gibi sinemasal anlatım öğeleri ayrı ayrı ve nihayetinde bir bütün olarak incelenecek.
Filmlerin hep gözümüzün önünde duran kodlarını okumayı öğrenirken klasiklerden çağdaş örneklere birçok film masaya yatırılacak.

Her kamera konumunun, her görüntü düzenlemesinin anlamı nasıl şekillendirdiğinin sahne örnekleri üzerinden incelendiği atölyede, bir filmin nasıl analiz edilebileceğine dair filmlerin anlam perdesini aralamaya uzanan bir yolculuğa çıkılacak.  

Alfred Hitchcock’tan Martin Scorsese’ye, Krzysztof Kieslowski’den Christopher Nolan’a, Michael Haneke’den Peter Jackson’a, Francis Ford Coppola’dan Jane Campion’a, Mike Nichols’tan David Lynch’e kadar birçok yönetmenin filmi bu yolculukta uğranacak duraklardan bazıları.

Film izleme deneyimlerini zenginleştirip farklı okuma biçimleri geliştirileceği atölyede sahneleri analiz edilecek filmler arasında Vertigo, Mulholland Çıkmazı, Taksi Şoförü, 12 Maymun, Piyano, Akıl Defteri gibi popüler klasikler yer alıyor.

Kayıt ve Bilgi İçin : info@kargart.org adresine ileti gönderiniz.

Facebook Sayfası:  https://www.facebook.com/events/423470531034794/

http://www.kargart.org/tr/etkinlikler/bir-film-nasil-okunur-egitmen-alkan-avcioglu-kargart-atolye

Adres :
Kadife Sok. No:16, Kadıköy, İstanbul, Türkiye

Tel :
0 216 449 17 25

E-Mail:
info@kargart.org

18 Kasım 2012 Pazar

Greenpeace Açıkladı: Dünyaca Ünlü Giyim Markalarının Ürünleri Zehirli Kimyasallar İçeriyor


Uluslararası çevre örgütü Greenpeace tarafından bugün yayımlanan rapor, dünyaca ünlü giyim markalarının ürünlerinin zehirli kimyasallar içerdiğini ortaya koydu.

Ürünleri test edilen markalar arasında Zara, Benetton, Tommy Hilfiger, Levi's, C&A, Mango, Celvin Klein gibi tekeller de yer alıyor. Markaların ürünlerinde tespit edilen kimyasallar, doğaya karıştığı zaman kansere ve hormon bozukluğuna neden olabiliyor.

Greenpeace Uluslararası tarafından uzun süreli incelemeler sonucunda hazırlanan, "Zehirli Giysiler" raporu 141 parça giysi üzerinde yapılan testler sonucu oluşturuldu. Rapor, zararlı kimyasallar kullanan tekstil üretim tesisleri ile bu ürünleri satan firmalar arasındaki bağlantıyı ortaya koyuyor.

Test edilen ürünlerin büyük bir çoğunluğu az gelişmiş ülkelerde üretildi.

Ürünler arasında kadın ve erkekler için hem yapay hem de doğal ipliklerden üretilmiş kumaş ve kot pantolon, tişört, elbise ve iç çamaşırları bulunuyor. Bu ürünlerde tespit edilen zararlı kimyasallar ya ürünlerde malzemeye katılıyor, ya da imalat aşamasında kullanılıyor.

Greenpeace Akdeniz'den Tarık Nejat Dinç, ZARA markasının ürünlerinde hem hormonal bozukluklara hem de kansere neden olan kimyasallara rastlandığını hatırlattı, "Dünyanın en büyük moda zinciri olarak Zara'ya düşen, acilen harekete geçerek, tüm tedarik zincirini ve ürünlerini zehirli kimyasallardan arındırmak ve bu konuda önder olmaktır" dedi.

(etha/greenpeace)

Kaynak: baskahaber.org

17 Kasım 2012 Cumartesi

Bir Randy Rasmussen Fotoğrafı



Randy Rasmussen’in yerel bir gazete için Ekim 2011’de Oregon’da çektiği bu fotoğraf, “Wall Street İşgali” eylemi ile başlayan, ABD’de gelir adaletsizliği başta olmak üzere işsizlik, siyasi çürüme gibi sıkıntılara odaklanan halk tepkisini dile getiren hareketinin Portland ayağından.
Benim için fotoğraftaki kadının yüzüne sıkılan biber gazı, yıllardır ifade özgürlüğünün beşiğinde yaşadığına inanmış ABD halkının, ağzını ilk açtığında maruz kaldığı şiddetin sembolü. 
Bu fotoğraftaki hikaye, ABD halkının uzun zamandan beri ilk kez deneyimlediği bir hayal kırıklığı olarak epey ‘yeni’ olsa da, otoritenin kişilikten ve renkten yoksun üniformalarla vücut bulmuş polislerinin, tek silahı ‘düşünceleri’ olan topluluğa kıyasla her tür şiddetten korunacak şekilde giyinmiş olması, buna rağmen şiddetin tek kaynağı olması, artık kanıksadığımız bir zıtlık.
Bu fotoğrafa bakarken, ABD’de gelir adaletsizliğini eleştirdiği için ağzına biber gazı sıkılan, Mısır’ın Tahrir Meydanı’nda yaka paça yerlerde sürüklenerek dövülen, İstanbul’da vücuduna aldığı darbelerle bebeğini düşürenin kadının hep aynı kadın olduğunu, halkın kendi menfaatleri için her mücadelesinde karşısında bulduğu otoritenin de hep aynı otorite olduğunu hatırlamak gerekli.
Kaynak: Murat Eren

16 Kasım 2012 Cuma

1962 yılından bakınca 21. yüzyıl edebiyatı nasıl görünüyordu?

Bundan 50 yıl önce Seattle Times gazetesi, gelecekte kitapların nasıl olacağına dair yazarlara, öğretmenlere ve kitapçılara bir soru sordu. Alınan yanıtlar, günümüzün kitap dünyası düşünüldüğünde bazen şaşırtıcı bazen de komik.

50 yıl önceki insanlar, bugünlerde bakın nasıl bir edebiyat dünyasına sahip olacağımızı hayal ediyorlarmış:
  • Kitapların dağıtımı daha farklı olacak. Normal kitapçıların dışında marketlerde, eczanelerde ve benzin istasyonlarında da kitap satılacak.
  • Baskı ve kağıtların artan maliyeti, mikrofilme geçişi gerektirecek. Özellikle ders kitapları ve kalın kitaplarda. Bugün ciltli kitaplar ne tutuyorsa, o zaman da mikrofilmli kitaplar o kadar tutacak. Ayrıca evlerde de az yer kaplayacak. 
  • Birçok ailenin evinde, kitapları duvara yansıtan projektörler olacak.
  • Şimdi körler için okunan kitaplar, o zaman herkesin müzikçalarında dinlenebilecek. 
  • Kitaplar, uzay yolculuklarından ciddi biçimde etkilenecek ve daha yumuşak, daha hızlı ve düz olacak.
  • Akademisyenler, evlerindeki televizyon aracılığıyla İngiltere’deki ya da Roma’daki bir kütüphanenin kayıtlarını tarayabilecekler.
Kaynak: on8kitap.com

14 Kasım 2012 Çarşamba

Asla Bilmeyenle Tartışma

Renklerin ustası olarak anılan büyük bir ressamın öğrencisi eğitimini tamamlamış. Büyük usta öğrencisini uğurlarken, yaptığı resmi şehrin en kalabalık meydanına koymasını ve yanına da kırmızı bir kalem bırakmasını, halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı iliştirmesini istemiş.

Öğrenci birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde resmin çarpılar içinde olduğunu görmüş. Üzüntüyle ustasına gitmiş. Usta ressam üzülmemesini ve yeniden resme devam etmesini önermiş. Öğrenci resmi yeniden yapmış. Usta, yine resmi şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş fakat bu kez yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde boya ile birkaç fırça koymasını ve yanına da insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı ile bırakmasını önermiş.

Öğrenci denileni yapmış. Birkaç gün sonra bakmış ki resmine hiç dokunulmamış. Sevinçle ustasına koşmuş. Usta ressam şöyle demiş:
"İlkinde insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşabileceğini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı. İkincisinde onlardan yapıcı olmalarını istedin. Yapıcı olmak eğitim gerektirir.

Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye cesaret edemedi. Emeğinin karşılığını, ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın. Sakın emeği bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartışma."

13 Kasım 2012 Salı

Bir Stanley Forman Fotoğrafı


Amerikan otobüslerinde ırk ayrımının kaldırılması 1965′de gerçekleşti ancak sular 70′lerin sonuna kadar durulmadı. Burada siyahi bir avukat ve insan hakları aktivistinin ırkçı bir Amerikalı genç tarafından “bayrakla” saldırıya uğradığını görüyoruz.
Fotoğrafçı: Stanley Forman, 5 Nisan 1976

11 Kasım 2012 Pazar

Modernleşme Projesinin Hayalkırıklığı: Oğuz Atay ve Tutunamayanlar



 

Kendime yeni bir önsöz yazmak istiyorum. Yeni bir dil yaratmak istiyorum. Beni kendime anlatacak bir dil. Çok denediler, efendimiz. Allah’tan, ne denediklerini bilmiyorum, Olric. Hiçbir geleneğin mirasçısı değilim. Olmaz, diyorlar. İsyan ediyorum. Az gelişmiş bir ülkenin fakir bir kültür mirası olurmuş. Bu mirası reddediyorum Olric. Ben Karagöz filan değilim. Herkes birikmiş bizi seyrediyor. Dağılın! Kukla oynatmıyoruz burada. Acı çekiyoruz. Kapı kapı dolaşıp dileniyoruz. Son kapıya geldik. İnsaf sahiplerine sesleniyoruz. Ey insaf sahipleri! Ben ve Olric sizleri sarsmaya geldik. (s541)


Türk edebiyatında yazılmış en ilginç ve etkili romanlardan birinden bu alıntı. Tutunamayanlar’dan. Oğuz Atay’ın başyapıtı diyebileceğimiz bu roman eklektik yapısı ve metinlerarası özellikleri nedeniyle kimilerince postmodern olarak değerlendirilirken bazen de deneyselciliği önplanda tuttuğu için modernist olarak sınıflandırılır. 70li yıllarda yayınlandığında özellikle biçimsel farklılığı nedeniyle kıyasıya eleştirilmiş olan Tutunamayanlar o günden bugüne bir kült esere dönüşmüştür. Sağlığında bu derece önem kazandığını göremeyen Oğuz Atay hayalkırıklığı içinde göçüp gitmiştir. Ancak bu hayalkırıklığı onu son ana kadar üretmekten, yazmaktan, araştırmaktan alıkoymaz; çünkü yeni bir edebiyatın peşinde olduğunun ve onu reddetmek için bekleyen entelijensiyanın yetersizliğinin son derece farkındadır:


Birinci sınıf matematikçi olma yolunda bu iki müstesna genç, lisede matematikten belge almış bir edebiyatçının hakimiyetine boyun eğemez. Napolyon gibi gururla söyleyebiliriz: “Bizim asaletimiz, bizimle başlar.” Anlaşılmamak korkusuna gelince; bir edebiyatçının meseleleri de –günlük yaşantının nakledilmesi dışında- halk için, bir matematikçinin denklemleri kadar, belki de daha soyut kalır. (s66)


Ancak yeni bir edebiyat anlayışını ortaya koymak o kadar da kolay bir mesele değildir. Oğuz Atay bir mühendistir ama aynı zamanda sıkı bir edebiyatçıdır; yaratmakta olduğu eserin o dönemin kültürel iklimine ters bir noktada olduğunun da farkındadır. Mevcut edebiyat ortamının onun sesini boğmasından, çabalarını boşa çıkarmasından, edebiyat alemine almamasından endişe duymaktadır:


Dur bakalım, dur bakalım hele. Öyle kolay değilmiş, değil mi? Kolay olsaydı biz yapardık. Yapmadığımıza göre, bizim de kendimize göre bir bildiğimiz var. Biz de okuduk onları. Onlardan, dediğin anlam çıkmaz. Çıksaydı biz bilirdik senden önce. Hepimiz birbirimize tanıklık ederiz. Sana kim tanıklık edecek? (s388)


Evet Oğuz Atay’ın önemli bir edebiyatçı olduğuna tanıklık edilmesi için gerçekten de epeyce bir zaman geçmesi gerekti. Peki neydi Oğuz Atay’ı bu derece önemli kılan? James Joyce, Virgina Woolf, Vladimir Nabokov, Franz Kafka gibi yazarlardan etkilenerek bilinçakışına ağırlık veren deneysel romanlar yazması mı? Kırsal kesimlerdeki feodal düzeni eleştiren ya da taşradan kente göçün sorunlarını işleyen daha sosyolojik analizlere dayalı bir edebiyatın geçerli olduğu dönemde kentte yaşayan, iyi eğitim almış küçük burjuvanın yaşantısını anlatması mı? Yoksa yine dönemin ana akımı sayılabilecek toplumcu gerçekçi romancılar gibi “olumlu kahramanlar” üzerinden toplumsal bilinçlenmeye hizmet eden romanlar yerine Kafkaesk çıkışsızlıklardan ve varoluşsal sorunlardan söz eden antikahramanlar yaratması mı? Oğuz Atay’ı önemli kılan unsurlar içinde hepsinin payı olduğu kesindir. Ama bence Oğuz Atay ve yazdığı tüm karakterlerin temel meselesi hayalkırıklığı ve bu hayalkırıklığının nedenleriyle hesaplaşmadır. Sadece edebiyatının kabul görmemesinden veya anlaşılamamaktan duyduğu bir hayal kırıklığı değildir bu; çünkü yazdıkları zaten bu ortamın sert eleştirisini içerdiği için hemen büyük bir kabul görmeyeceği bellidir. Edebiyat eleştirmeni Jale Parla’nın işaret ettiği gibi “büyük romanlar kendilerinden önceki roman geleneğine bir başkaldırıdır.” Bunu tüm yazarlar içten içe bilirler, ama aralarından bazıları çabuk başarıyı ellerinin tersiyle itmeye, piyasanın isterlerine sırtını dönmeye ve yaratıcılığın gizemli ama tehlikeli coğrafyasına adım atmaya cesaret ederler. Atay’ın o yazarlardan biri olduğu açıktır. Dolayısıyla asıl hayal kırıklığı bu değildir. Daha doğrusu eserlerinin kalbindeki hayalkırıklığının nedeni anlaşılmamak ve kabul görmemek değildir. Hem evrensel düzeyde, hem de yerel olarak modernleşme projesinin beklenenleri verememesinin yarattığı bozgundur.

Batı aydınlanması insanlığın perişanlığının kökeninde akıldışı inançların ve köhne dogmaların olduğunu, gerçek mutluluğun ve refahın akıl yoluyla kavranan bir dünyanın dönüştürülmesiyle elde edileceğini vaat etmişti. 19. Yüzyıla gelindiğinde Batı’da ve Osmanlı’da bu bakış açısına uygun modern devlet organizasyonları kurulmaya başlanmış, bilim ve teknoloji hızla gündelik hayatı kolaylaştırmaya ve dünyayı olumlu yönde değiştirmeye hizmet eder olmuştu. Ancak bu iyimser hava 20. yüzyılda arka arkaya yaşanan dünya savaşlarıyla ve 1945′de ortaya çıkan Nazi soykırımı ile yerini bir kabusa bıraktı. Refah ve mutluluk getireceği düşünülen bilim ve teknoloji dünya tarihinde görülmemiş silahlarla eşi benzeri olmayan katliamlara hizmet eder oldu. Dolayısıyla bilime ve akılcılığa olan güven yerle bir olurken modernlik düşleri büyük bir hayalkırıklığıyla sonuçlandı. Oğuz Atay bir mühendis ve bir bilim insanı olarak bir yanıyla pozitivizmin temel düşüncesine bağlı kalmayı sürdürüyor ama öte yandan modernliğin kabusu denilebilecek olumsuzlukları da biliyordu. Dolayısıyla tüm yapıtlarına sinen kinik (cynical) tavır bu çıkışsızlıktan kaynaklanıyordu. Kahramanlarının aklın sınırlarına yaklaşan manik-depresif ve hatta şizofrenik hallerinin ardında modern dünyanın bunalımı vardı.


Oğuz Atay’ın okurlarla tam anlamıyla buluşması 80li yıllarda gerçekleşti. Askeri darbe ile ezilen sol düşüncenin dağılması insanlarda bir hesaplaşma ve gözden geçirme ihtiyacı doğurdu. O zaman da Atay’ın yapıtlarındaki acımasız eleştiri önem kazandı. Yapıtlarında sadece modernlik felsefesini değil ama aynı zamanda Türk kimliğini, Türk aydınını da kıyasıya eleştiriyordu. Modernlik bu coğrafyada da Avrupa’da olduğu gibi 19. yüzyılda başlamış, hemen hemen tüm kurumları 1839′dan itibaren elli yıl içinde kurulmuştu. Ancak Osmanlı devleti dünyada yükselen milliyetçilik hareketleriyle dağılmış, Avrupa’da etkin rolü olan bir imparatorluk olmaktan çıkmış, yerini pozitivist ulusal cumhuriyete bırakmıştı. Cumhuriyet’in vaadi etnik olarak homojen bir ulus devlet yaratmanın yanı sıra aydınlanma projesine tam bir inançla bağlılık olmuştu. Türkiye’nin bilimle kalkınıp Avrupa ülkeleri gibi zengin olacağı hayal ediliyordu. Ancak 1970lere gelindiğinde Oğuz Atay’ın itiraf etmekten çekinmediği bir yozlaşma ve yüzeysellik tablosu vardı ortada. Her anlamda fakir ve öksüz bir Türkiye tablosu çizer Atay (124):
Siz de benim gibi,
Günleri
Sevgiyle isteyerek
Değil de, takvimden yaprak koparır gibi gerçek
Bir sıkıntı ve nefretle yaşadınızsa, Ankara güneşi sizin de
Uyuşturmuşsa beyninizi, Ata’nın izinde
Gitmekten başka bir kavramı olmayan
Cumhuriyet çocuğu olarak yayan,
Pis pis gezdinizse (o sıralarda adı Opera Meydanı olan)
Hergele Meydanı’nda, bu sarı ve tozlu alan
İğrendirmediyse sizi,
Bir taşra cocuğu sıfatıyla özlemeyi bilmiyorsanız denizi,
Kaybettiniz (benim gibi).

Cumhuriyet’in yetiştirdiği nesillerin zihinleri ne yazık ki eleştirel bilimsel düşünceden nasibini almamış dogmalarla doludur. Gelinen nokta Tanzimat’tan beri süregiden muhafazakar düşüncenin “Batının teknolojisini alalım felsefesinden kendimizi koruyalım” anlayışının bir sonucudur aslında. O tarihten bu yana sorunların aşılamadığını da not etmekte yarar var: Cumhuriyet projesinin başarısızlığının yarattığı hayalkırıklığı günümüzde de devam etmekte ve ülkenin siyasal iklimini belirlemektedir. Osmanlı devletinin yıkılması, Türk aydınında bir yenilgi ve babasız kalma duygusu yaratmıştı. Cumhuriyetle birlikte yeni bir babanın koruyucu ve kollayıcı kanatları altına sığınan aydınların cumhuriyet projesi batağa saplanırken yaşadıkları bilinç yarılması da güncelliğini koruyan bir meseledir. O zaman geçmişe dönüp orada güçlü bir baba figürü aramaya başlayanlar için Abdülhamid böyle bir karakterdir. Atay, Tutunamayanlar‘da bu meseleyi bir rüya sahnesi ile verir:


Turgut, o gece, daha sonraları her hatırlayışında ürperdiği ve ‘Abdülhamit Rüyası’ adını verdiği bir kabus gördü. Sabaha karşı rüyanın dehşetiyle birdenbire uyandı. Rüyasında, rüyanın hemen başlarında, padişah Sultan Abdülhamit’i gördü. Koyu kırmızı büyük bir salonda, bir divanın üstüne, Sultan Abdülhamit, elbiseleriyle uzanmıştı. Başında kırmızı bir fes, parlak siyah redingotunun üstünde de ucuna bir nişan asılmış kalın ve sarı bir kurdele vardı. Divanda ipekli bir örtü Sultan’ın hemen yanıbaşında duruyordu. Abdülhamit bu örtüye yer yer sarınmıştı. Tıpkı anlatıldığı gibi ufak tefek, koca burunlu ve kara sakallıydı. Turgut, Sultan’a bu kadar yakın olmaktan biraz mahcup ve ürkek, konuşmadan Abdülhamit’i seyrediyor, bir yandan da kendine cesaret vermeye calışıyordu: ben Cumhuriyet cocuğuyum, ben Cumhuriyet cocuğuyum. Bir ilkokul öğrencisi gibi hissediyordu kendini: neden korkacakmışım Abdülhamit’ten? Fakat, hic konuşmayan bu kücük adamda ürkütücü bir otorite vardı (82).

[...]
 
Abdülhamit’in yüzüne baktı: sakalını tutmuş düşünüyordu Sultan. “Cumhuriyet, bu duruma bu kadar kayıtsız kalamaz.” diye haykırmak istedi. “Bunlara göz yumamaz!” Yerinden kalkmaya calışarak Abdülhamit’e doğru uzattı ellerini. Oda kararmıştı, divanı göremiyordu artık. “Üçüncü Cumhuriyeti de kurduğum halde, bunlara neden mi engel olmuyorum? Duyduğu bu yeni sese cevirdi başını. “Gücüm yetmiyor,” dedi ses. Oda biraz aydınlandı: Turgut’un karşısında Mustafa Kemal duruyordu. Onu resimlerinden tanıyan biri icin kim olduğunu anlamak cok güctü; fakat Turgut tanıdı. Mustafa Kemal cok şişmanlamıştı. Saclarının hemen hepsi dökülmüş, sırtı kamburlaşmıştı. Sesi yorgun cıkıyor, konuşurken dudaklarının arasından altın dişleri görünüyordu. Buruşuk yüzü beyaz kıllarla kaplıydı. Eski bir ropdöşambr giymişti. Turgut, bütün gücünü toplayarak konuşmaya çalıştı: “Nasıl olur? Siz idare etmiyor musunuz? Nasıl engel olamazsınız?” Mustafa Kemal, çaresizliğini gösteren bir hareket yaptı. Turgut, ona doğru ilerlerken ter icinde uyandı (84).


Gücünü yitirmiş, etkisiz bir baba figürü ilerlemeye inanmış Cumhuriyet kuşaklarının hayalkırıklığının ifadesidir. Rüyada “bir bildiği olan” Abdülhamid karakteri ise karanlık ama güçlü bir figürdür. Romanın çeşitli yerlerinde yinelenen “Osmanlının bir bildiği vardı” tespitinin Oğuz Atay’ın Türkiye’nin ruhunu anlama çabaları sırasında Kemal Tahir’e verdiği özel önemden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Kemal Tahir o dönem kendine özgü tarih tezlerini romanlarıyla ifade etmiş etkili bir yazardır. Sol kesimden gelip de Osmanlı’nın güçlü devlet anlayışını benimseyen bir yazar olarak hem çok eleştirilmiş hem de çok taraftar bulmuştur. Ortaya koyduğu hayali Osmanlı bir tür oryantalizmin ürünüdür aslında ama Cumhuriyet projesinin başarısızlığı karşısında hayalkırıklığına kapılmış 60ların 70lerin gençleri için yabana atılmayacak bir alternatiftir. Oğuz Atay “Tahiri” tezlere kulak kabartsa da yapıtlarını belirli bir tezin hizmetine adamaz. Tutunamayanlar da ironik anlatımı ve kendi üzerine dönen yapısı ile okura doğru yolu gösteren bir rehber metin değil, aklını ve ruhunu karıştıran, onu sorgulamaya zorlayan bir yapıttır. Romandaki her cümle başka bir cümleyle yanlışlanır ya da geçersiz ilan edilir; bu sayede çok önemli meseleler okurun dikkatine sunulur.



İşaret ettiği meseleler halen gündemimizi tüm sıcaklığıyla kapladığı için bu kült romanı okumayı ve üzerine düşünmeyi sürdüreceğiz. Son sözleri yine romana bırakalım:


 

İsteyiniz, verilecek, demiş. Kimleri kastediyor acaba? Tutunamayanları mı? Tutunamayanlar sözüyle tam ne demek istedi? Her şeyi söylemekten gene korktu galiba. Alay olsun diye yazdı. Alay da bir yerde bitiyor. Nerede bitiyor? Kim bilebilir? Sezilebilir belki. Sezgi mi? (318)


Yazan: Murat Gülsoy

9 Kasım 2012 Cuma

THE MASTER Filmine Türkiye'den Afiş

Ünlü filme Türkiye'den afiş


Türk tasarımcı Koray Doyran'ın "The Master" filmi için hazırladığı afiş beğenilince yapımcı firma sadece Türkiye'de değil, filmin vizyona gireceği tüm ülkelerde kullanılmasına karar verdi.


Tüm dünyanın merakla beklediği, bu yıl Oscar ödüllerinin iddialı yapımlarından olan "The Master" filmi için filmin Türkiye'deki hak sahibi yapım şirketi Calinos Films tarafından Türkiye için özel olarak bir afiş hazırlatıldı. Filmin afişini Türkiye'de yaşayan genç tasarımcı Koray Doyran yapım şirketinin siparişi üzerine hazırladı.
Ancak bu afiş, internet üzerinden yayımlandıktan sonra sosyal medyada ve sinema sitelerinde o kadar beğenildi ki, yapım şirketi tarafından filmin vizyona girdiği diğer ülkelerde de kullanılmasına karar verildi.
Ancak filmin Koray Doyran imzalı afişi, film ABD'de gösterime girdikten sonra yayımlandığı için ABD'de kullanılamayacak.

Calinos Films yapım şirketi daha önce de Koray Doyran'a afiş sipariş etmiş ve tasarımcıyla birlikte çalışmıştı. Genç tasarımcı daha önce şirket için tasarladığı "Yeryüzündeki Son Aşk," "Elena," "Vampir Cehennemi" afişleri; Rusya, Meksika, Çek Cumhuriyeti gibi ülkelerdeki dağıtımcılar tarafından satın alınmıştı.

"The Master" Türkiye'de 9 Kasım'da vizyona girecek.

Fragman: 


 

 Afişin tüm dünyada ses getirmesi ile ilgili bazı siteler:


Sabah Gazetesi 

Elektronik Gazete

Collider

Badass Digest

The Hollywood News

First Showing

Beyazperde


8 Kasım 2012 Perşembe

Bir James Nachtwey Fotoğrafı

 

İzlediğiniz fotoğraf son yılların en önemli fotojurnalistlerinden biri olarak kabul edilen James Nachtwey’den.

Nachtwey’in fotoğrafladığı kişi, 1994 yılında Ruanda’da gerçekleşen ve sadece bir ay içerisinde Hutu’ların 1 milyondan fazla Tutsi’yi öldürüldükleri soykırımdan sağ kalan bir Tutsi.
Yüzyıllar boyunca aynı topraklarda yaşamış iki topluluk olan Hutu ve Tutsi’lerin birisinin katil, diğerinin ise maktul olduğu Ruanda soykırımı sanki insanlığın öğrenmemek için büyük çaba sarf ettiği bir olay. 
Zira insan denen canlının, yıllardır aynı mahallede birlikte yaşadığı kişileri bir gün pala ve bıçaklarla parça parça edebileceğini kabullenmek kimsenin işine gelmiyor. 
Halbuki Ruanda soykırımı, temelinde şovenist söylemler yatan propaganda karşısında insanın zaafiyetini ortaya koyan, unutulmaması gereken bir hadise.
Fotoğrafa bakarken kendinize sorun; fotoğraftaki adamın kafasına pala ile vuran komşusu, propagandanın onu böylesi bir nefret ile doldurmasına nasıl göz yumdu? 
İnsanlığın kanlı tarihinin çeşitli örnekleriyle dolu olmasına rağmen, katliamların dünya coğrafyasında bugün dahi serbestçe dolaşabiliyor olmasının nedeni ne olabilir?
Ya siz?
Günün birinde bir Hutu olmamak için ne yapıyorsunuz?
Kaynak: Murat Eren

6 Kasım 2012 Salı

Ray Bradbury’den Genç Yazarlara 12 Tavsiye


1) İşe roman yazarak başlamayın:
Roman yazmanız uzun zaman alır. Yazmaya haftada bir tanesini tamamlayacağınız şekilde ayarlayacağınız bir düzende bir sürü kısa hikaye yazarak başlayın. Bu çalışmayı bir yıl sürdürün; peş peşe 52 tane kötü hikaye yazmanız mümkün olmadığına göre başarıya ulaşacaksınız. (Ray Bradbury ilk romanı Fahrenheit 451′i otuz yaşında yazmaya başlamış.)

2) Onları sevebilirsin ama onlar gibi olmazsın:
Kaçınılmaz bir şekilde bilinçli ya da bilinçsiz olarak favori yazarlarınızı taklit etmeye başlarsınız. (Tıpkı Ray Bradbury’nin yazdıklarının H.G. Wells, Jules Verne, Arthur Conan Doyle ve L. Frank Baum’un yazdıklarına benzemesi gibi.)

3) Kısa hikayelerin niteliklerini araştırın:
Bradbury; Roald Dahl, Guy de Maupassant ve daha az bilinen Nigel Kneale ve John Collier’in yazdıklarını kast ediyor.

4) Beyninizi doldurun:
Bradbury genç yazarlardan yatmadan önce bir hikaye, bir şiir (fakat modern ıvır zıvırlardan değil, Pope’den, Shakespeare’den ya da Frost’tan) ve bir makale okumalarını istiyor. Okunacak makalelerin arkeoloji, biyoloji, zooloji, felsefe, politika ve edebiyat gibi birçok alandan olmasını gerektiğini söylüyor.

5) Size inanmayan insanlarla arkadaşlığınızı bitirin:
Yazma arzunuzu hafife mi alıyorlar? Eğer öyleyse onlarla arkadaşlığınızı vakit kaybetmeden sonlandırın.

6) Kütüphaneye kapanın:
Lanet olası bilgisayarınızdan ayrılın!

Bradbury hiç üniversiteye gitmemiş olabilir, ama o bitmek bilmeyen okuma arzusu sayesinde 28 yaşında “kütüphaneden mezun oldu” denebilecek kadar kütüphaneden faydalanmış.

7) Filmlere aşık olun:
Özellikle eski olanlara.

8) Keyifle yazın:
Bradbury “yazarlık ciddi bir iş değildir” diye düşünüyor. Bradbury, eğer bir hikaye yazmaya iş gözüyle bakarsanız amacınıza ulaşamazsınız dedikten sonra dinleyicilerine, “benim arzumu kıskanmanızı istiyorum” diye ekler.

9) Para kazanma planları yapmayın:
Bradbury ve karısı bir araba almadan 37 yaşına gelmişlerdi.

10) Sevdiğiniz ve nefret ettiğiniz 10 şeyi listeleyin:
Sevdiklerinizi yazın, nefret ettiklerinizi yok edin! (tabi onlar hakkında da yazabilirsiniz)

11) Aklınıza gelen her şeyi yazın:
Kelime birliği yaratıcılıkta meydana gelebilecek tıkanıklığı bozar, o yüzden her sözü yazmayı deneyin çünkü hiçbir şeyi test etmeden bilemezsiniz.

12) Yazdıklarınızla ulaşmak istediğiniz şeyin: bir insanın yanınıza gelerek “yazdıklarınızdan dolayı sizi çok seviyorum” demesi olduğunu unutmayın:

Ya da başarısızken aradığınız şeyin: birisinin yanınıza gelerek “insanların söylediği gibi aptal değilsiniz” demesi olduğunu unutmayın.

.....

5 Kasım 2012 Pazartesi

Bir Andrea Bruce fotoğrafı

***
© Andrea Bruce
Bu fotoğraf Washington Post muhabiri Andrea Bruce’un Türkiye’de yaptığı bir foto-röportajdan.
Aktörler İran’dan Türkiye’ye sığınmış, Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından sığınmacı olarak kabul edilerek Isparta’ya yerleştirilmiş olan eşcinseller ve muhalif aktivistler.
Fotoğrafta görmezden gelmenin imkansız olduğu sahne, Ispartalı ailenin eşcinsellere yönelik, dostça olduğu iddia edilemeyecek nitelikteki ilgisi.
Bir azınlık ne kadar küçük ise insan hakları ihlallerinden ve ötekileştirmeden o kadar çok etkileniyor.
Bir azınlık ne kadar küçük ise, çoğunluk olmaya alıştırılmış halkın empatisi ve anlayışından o kadar mahrum kalıyor.
Açıkçası, bir ülkenin sınırları içerisindeki en küçük azınlığa karşı hem devlet politikası hem de sosyal eğilim bağlamında takınılan tutum ile, o ülkenin ‘aydınlığı’ arasında bir doğru orantı olduğunu iddia etmekte sakınca görmüyorum.
Şüphesiz bu istikamette yürüyecek çok yolumuz var.
İran’dan Türkiye’ye sığınan ve Isparta’ya yerleştirilen mültecilerin yaşam hikayelerini öğrenmek herkese bir şeyler kazandırabilir.
Fakat bu sosyal trajediyi bulup anlatmanın bir Washington Post muhabirine kalmış olması, Türkiye’de fotojurnalizmin vazifesini sorgulaması için iyi bir fırsat olmalı.
Yazı: Murat Eren

3 Kasım 2012 Cumartesi

Harley-Davidson: Özgürlüğün İki Tekerlekli İfadesi

Tarih boyunca, bir Harley-Davidson motosiklet sahibi olmak, çoğu insan için özgürlük otobanında yol almakla, yaşamın rutin sıkıntılarından bir nebze olsun sıyrılmakla ya da kendini ifade etmekle aynı anlamı taşımıştır. Dünyanın dört bir yanındaki Harley-Davidson sahiplerini motosikletlerine bu kadar bağlayan, motorlarının sesi, enerjisi ve verdiği özgürlük duygusudur. Tarihi gururlarla dolu olan Harley-Davidson’ın öyküsü de 20. yüzyılın hemen başında başlar. Öykünün başlangıcında oldukça mütevazi, ufak bir şirket olan Harley-Davidson yıllar geçtikçe büyüyecek Amerikan kültürünün en tanınmış simgelerinden birisi olacaktır.

İçten yanmalı bir motora sahip olması nedeniyle, modern anlamda ilk motosiklet kabul edebileceğimiz Daimler Reitwagen’ın 1885 yılında tarih sahnesine çıkısının üzerinden fazla bir zaman geçmeden birçok Amerikalı girişimci, bir motosiklet üretme sevdasına kapılmıştır. Ne var ki bu düşlerin büyük çoğunluğu başarısızlıkla sonuçlanmaktan kurtulamamıştır.

1901 yılında Milwaukee, Wisconsin’de henüz 21 yaşında genç bir girişimci olan William S. Harley de bu rüyaya kapılanların arasındadır. Bu tarihte sıradan bisikletlere monte edilebilecek ilk tasarımını tamamlamış olan Harley, şimdi bu tasarımı daha da geliştirmenin yollarını aramaktadır. Yaptığı tasarımı çocukluk arkadaşı ve kapı komşusu olan Arthur Davidson’a gösterir ve ikili bu yeni motoru geliştirmek için birlikte çalışmaya karar verirler.

Yaklaşık iki yıllık bir çalışmanın ardından 1903’te ilk motosiklet tamamlanır ve yine aynı yıl derme çatma ufacık tahta bir barakada Harley-Davidson Motor Company’nin ilk temelleri atılır. Ne var ki, ikili kısa süre sonra ilk motosikletlerinin yeterince güçlü olmadığını, Milwaukee caddelerinin mütevazi yokuşlarını bile pedal yardımı olmaksızın çıkamadığını fark ederler. Fakat bu ilk başarısızlık azimlerini kırmak yerine onları çok daha fazla çalışmaya sevk eder. İlk motorları onlar için çok iyi bir mühendislik deneyimi olmuştur. İkisi de çok daha dayanıklı bir araç yapmaları gerektiğinin farkındadır.

Satışa Sunulan İlk Harley-Davidson: Serial Number 1


Harley-Davidson'ın ilk binası

Hiç vakit yitirmeden dairesel şasi diye tanımladıkları şasi ve motorun geliştirilmesine başlanır. Böylece arka tekerleklere çok daha fazla güç aktarılacak ve hedeflenen güce ulaşılabilecekti. Yeni motorun tasarımında bu sefer oldukça yetenekli bir mühendis de kendilerine yardım etmektedir: Motor teknolojilerinin öncüllerinden Ole Evinrude. Yeni motorun tasarımı kısa sürede bitirilir. Çalışmaların meyvesi alınmış, bu sefer başarmışlardır. Arşivlere “Serial Number 1” adıyla geçen bu motosiklet, Harley Davidson’ın doğrudan satış için ürettiği ilk motosiklettir. Günümüzde, Harley-Davidson merkez binasının lobisinde halen daha ziyaretçilere sergilenmektedir.

1904 yılında ilk Harley-Davidson satış mağazası Chicago’da açılır ve bir yıl sonra, 1905’te, Harley Davidson tarihinin ilk zaferi gelir: Bağımsızlık Günü kutlamaları kapsamında 4 Temmuz 1905’te Chicago’da yapılan motosiklet yarışında, Harley-Davidson tüm rakiplerini geride bırakarak birinci olmuştur.

Harley-Davidson artık adını duyurmaya başlayan bir markadır. İlk merkezleri olan derme çatma barakadan taşınmanın, daha büyük bir merkez inşa etmenin zamanı çoktan gelmiştir. 1906 yılında, günümüzde Harley-Davidson’ın genel merkezi olarak kullanılan Chesnut Sokağı’ndaki yeni ve çok daha büyük binaya geçilir. Artık tam zamanlı çalışan 6 işçiye de sahiptirler. İşler o kadar hızlı büyümektedir ki, 1907 yılında William A. Davidson da çalıştığı fabrikadan ayrılarak kardeşine katılmış, yalnızca bir yıl içinde çalışan işçi sayısı 18’e yükselmiş ve polis teşkilatına ilk satışlar başlamıştır. 1925’e gelindiğinde, ABD’deki yaklaşık 2.500 polis birimi bir Harley-Davidson motosiklet sahibi olacaktır.

Bar and Shield: Harley-Davidson’ın Kurumsallaşmasının Simgesi


Artık firmayı temsil edecek, insanlar baktıkları zaman karşısındakinin bir Harley-Davidson olduğunu anlayacakları bir simgeye gereksinim duyulmaya başlanır. Günümüzde Harley-Davidson’ların ayırt edici özelliklerinden biri olan “Bar and Shield” logosu, bu kurumsallaşma arayışlarının bir sonucu olarak 1910 yılında doğar.

Artık hedefleri büyütmenin zamanıydı ve Harley-Davidson’ın sıradaki hedefi iki tekerleğin arasına sığabilecek kadar küçük ama daha güçlü bir motor yapabilmekti. Sorunun çözümü bir silindir daha eklemekten geçiyordu ve V-Twin tasarımı bu sorunun üstesinden gelebilmek için mükemmel bir çözümdü. 1909’da 879 cc hacminde ve 7 beygir gücündeki ilk V-Twin prorotipi Chicago Otomotiv Fuarı’nda tanıtılmıştı. Ama valfteki sorun nedeniyle beklenen verim alınamamış, tasarım yeniden gözden geçirilmeye başlanmıştı. 1911 yılında satışa sunulan yeni tasarım V-Twin modeli büyük bir başarı kazanarak Harley-Davidson’ı motosiklet dünyasının en önemli oyuncularından biri durumuna getirdi ve adını tarihe yazdırdı. Piston ve yanma motorlarını benzersiz biçimde bir araya getiren bu motor, Harley-Davidson’ların o meşhur kükreme sesinin de ana kaynağıdır. 45 derece açıyla duran bu motor, yüzyıl boyunca Harley-Davidson’ın hem görünüşü hem sesi oldu. V-Twin’in çıkardığı bu ses, Harley-Davidson’ın en büyük özelliği haline gelmişti.

1917 yılında ABD’nin Birinci Dünya Savaşı’na girmesi, bir motosiklet üreticisinin üretiminin büyük bir bölümünü orduya ayırması açısından da bir ilkti. Amerikan ordusunun neredeyse tüm motosiklet siparişlerini Harley-Davidson karşılıyordu. Savaş boyunca yaklaşık 15.000 motosiklet ABD ordusuna teslim edildi.

Birinci Dünya Savaşı sırasında kendini başarıyla kanıtlayan Harley-Davidson, savaşın ardından artık dünyanın en büyük motosiklet üreticisi durumuna gelmişti. Üretim bantları tüm kapasiteyle çalışıyor, her yıl üretilen 28.000 motosikletin büyük çoğunluğu yaklaşık 67 ülkeye ihraç ediliyordu. Ne var ki kapitalizmin doğasında olan kriz ufukta görünmüştü. 1929 yılında tüm dünyayı pençesine alan tarihin en büyük ekonomik krizi Harley-Davidson’ı da derinden sarstı. 1933’e gelindiğinde krizin etkisiyle ancak 3.700 motosiklet satabilmişti ama yine de diğerlerinden şanslı sayılırdı. Çünkü birçok otomotiv üreticisi ekonomik kriz nedeniyle kepenklerini kapatmış, büyük depresyon döneminde Harley-Davidson dışında yalnızca bir tane motosiklet üreticisi ayakta kalmayı başarabilmişti. Birkaç yıl sonra başlayan II. Dünya Savaşı üretimi yeniden ateşledi ve savaş boyunca Amerikan ordusuna yaklaşık 90.000 motosiklet teslim edildi.

BMW, Harley-Davidson’a Meydan Okuyor


Satışa sunulan ilk Harley-Davidson

II. Dünya Savaşı sırasında Harley-Davidson, tarihinin en büyük meydan okumalarından biri ile karşılaştı. Savaş yıllarıydı ve motosikletler zorlu arazi koşulları altında da görevlerini en iyi şekilde yerine getirmek zorundaydılar. Fakat zorlu arazi koşullarında çalışmak zorunda kalan motosikletler aşırı derecede ısınıyor ve bu yüzden çoğu zaman zarar görerek hizmet dışı kalıyorlardı. Alman motosiklet üreticisi BMW’nin mühendisleri aslında basit ama oldukça etkili bir yöntemle bu sorunun üstesinden gelmeyi başarmışlardı. V-Twin motoru farklı bir konumda yerleştirerek Boxer motoru yaratmışlar ve motorun Harley-Davidson’lara kıyasla 56 derece daha soğuk çalışmasını sağlamışlardı. Amerikan ordusu benzer bir tasarımı Harley-Davidson’dan bekliyordu ve kısa bir süre sonra istediğini aldı: XA modeli tüm beklentileri karşılamış ama aynı tarihte en kötü arazi koşullarında çok daha fazla personeli taşıyabilen Jeep tarih sahnesinde yerini almıştı. XA modeli tam kapasite üretime geçemeden piyasadan çekilmek zorunda kaldı.

II. Dünya Savaşı’nın bitmesinden sonra gelen meydan okuma ise çok daha güçlüydü. Japon motosiklet üreticileri herkesin alabileceği kadar uygun fiyatlı motosikletleri ile dün dünya pazarını ele geçirmeye başlamışlardı. Harley-Davidson Japon üreticilerin rekabetine karşı koyamadığından ABD’ye ithal edilen tüm motosikletlere % 40 gümrük vergisi konulmasını istediyse de Japon üreticilerin rekabeti ölümcül ve karşı konulamazdı. Üstelik başka bir darbe de hiç beklemediği yerden, Hollywod’dan gelmişti. Hollwood filmlerinde neredeyse tüm çeteler, kanun kaçakları ve mafya Harley-Davidson kullanıyor, bu ise markanın imajına büyük zarar veriyordu. Harley-Davidson için büyük bir mali kriz başlamıştı.

Harley-Davidson’ı piyasada silinmeden, 1969 yılında AMF (American Machinery Foundry) tarafından satın alınması kurtardı. Ne var ki AMF’nin maliyetleri azaltmak için işçi çıkarması hem grevlere hem de Harley-Davidson’ın üretim kalitesinin düşmesine neden olmuştu. Oysa Harley-Davidson’ı diğer motosiklet üreticilerinden ayıran en büyük özelliği üretim kalitesi idi. Efsane motosiklet markası artık alay konusu olmuş, “Hardly Ableson” gibi takma isimlerle anılmaya başlanmıştı. AMF de Japon üreticilerin rekabetine ayak uyduramamış, sürekli zarar eden Harley-Davidson’ı 1981 yılında on üç yatırımcıya 80 milyon dolara satmak zorunda kalmıştı.

Harley-Davidson 1983 yılında Ronald Reagan’ın ABD’ye ithal edilen 700cc üstü tüm motorlara % 45 gümrük vergisi koymasıyla küllerinden yeniden doğdu. Yeni yönetim ayrıca Japon üreticilerle rekabet etmek yerine Harley-Davidson’ın artık klasikleşen çizgilerine sadık kalmayı tercih etmiş, maliyeti azaltmak için motosikletin bazı parçalarını kalitesine kanıtlamış yabancı üreticilerden satın almayı benimsemişti. Küreselleşen ekonomi dünyasındaki vahşi rekabet, Harley-Davidson’ı da bu stratejik değişiklikleri yapmaya zorlamıştı. Motosiklette “Made in USA” imajı korunuyordu korunmasına ama çoğu parça artık dış kaynaklıydı. Değişim kısa sürede etkisini gösterdi: Motosiklet tutkunlarının çoğu Harley-Davidson’a geri döndü, satışlar hiç olmadığı kadar yükseldi ve efsane günümüze kadar ayakta kalmayı başardı.

Harley Davidson

Bugün dünyanın birçok ülkesinde Harley-Davidson tutkunlarını bir araya getiren, onları birbirine bağlayan tanımlamayan bir bağ bulunmakta. İlk Harley-Davidson sahipleri toplantısının tarihi 1908 yılında Chicago’ya kadar uzanıyor. Yani Harley-Davidson sahiplerinin birbirlerine yakınlık duymalarının tarihi de firmanın tarihi ile neredeyse aynı. Başka hiçbir motosiklet markası bu derece sadık, motosikletlerine aşk derecesinde bağlı olan bir kitleye sahip değil. HOG (Harley Owners Group) adı verilen oluşumlarla bir araya gelen her kesimden insan için Harley-Davidson sahibi olmak her dönem için özgürlük ve kendini ifade etmekle aynı anlamı taşıyacak, bir yaşam biçimi haline gelen Harley-Davidson efsanesi daha uzun yıllar kitleleri peşinden koşturacak gibi.

Kaynak: Serenti.org

2 Kasım 2012 Cuma

İronik Haber: Aronofsky’nin “Nuh” Filminin Çekimleri Sel Yüzünden Durdu





Darren Aronofsky’nin Nuh tufanını anlattığı, filmi olabildiğince gerçekçi çekmeye çalıştığı için 150 metre uzunluğunda bir maket gemi inşa ettirdiği “Noah”ın setinde ironik bir olay yaşandı.

Oyster Bay bölgesinde çekimler sürerken Sandy Kasırgası’nın etkisiyle yükselen sular seti bastı. Sel çok büyük zarar vermese de, çekimleri durdurma noktasına getirdi. Oyuncular evlerine gönderilirken tamirat çalışmaları sürdürülüyor. “İyi ki “uzaylı istilası” filmi çekmiyorlar” demekten de kendimizi alamadık.



Kaynak: Ali Üstünsoy - bakınız.com

1 Kasım 2012 Perşembe

Olaf Otto Becke‘den “Sıfır Noktası Üzerinde” Fotoğraf Sergisi


Elipsis Galeri, ünlü Alman fotoğraf sanatçısı Olaf Otto BECKER"in Türkiye'deki ilk solo sergisi olan “Sıfır Noktası Üzerinde"ye  1 Kasım - 14 Aralık tarihleri arasında ev sahipliği yapacak. Becker ın sergideki görkemli işleri Grönland ın  yüzeyinde eriyen buzulları ve oluşturdukları nehirleri kapsamaktadır.


<br/>


Olaf OttoBecker’in fotoğraflarının başlangıç noktası, ekolojik ve çevresel endişeleridir. “Sıfır Noktası Üzerinde” serisinde doğanın üstünlüğünü ve görkemini, aynı zamanda acımasızlığını da Grönlend’in etkileyici ve dingin manzaralarında yakalamaktadır.


<br/>

Küresel ısınma sonucunda buzulların erimesiyle oluşan 4 nehrin kordinatlarını takip edip 450 gün yürüyerek belgeleyip haritasını oluşturur. Olaf Otto Becker, -30 C aşırı soğuk ve zorlayıcı hava şartlarında büyük format, 20x25 kamerası ile ustalığını, direncini ortaya koyar ve doğanın gücünü müthiş bir güzellik ve dinginlikle ortaya koymasını sağlamaktadır.


<br/>


<br/>


Ortaya çıkan olağanüstü görüntüler ise insanoğlunun doğa karşısında ne kadar savunmasız olduğunu, ileride de kutuplar da oluşan bu erimelerin akibetine de maruz kalacağını tekrar hatırlatmaktadır.

<br/>


Olaf Otto Becker 1959 yılında Almanya"nın Lübeck-Travemünde bölgesinde doğdu. 1989 yılında Augsburg Üniversitesinde fotoğraf üzerine yoğunlaştığı iletişim tasarımı, 1991 yılında ise Münich"de Lugwig- Maximilians Üniversitesinde felsefe eğitimini tamamladı.


<br/>


Shaden tarafından yayınlanan ilk kitabı “Under the Nordic Light” ünlü Recontre D"Arles Kitap Ödülüne aday oldu.  Broken Line” (Garry Badger"ın önsözüyle, Hatje Cantz tarafından basılan) 2008 yılında Alman Fotoğraf Kitabı Ödülünü kazandı.


<br/>


“Su” temasıyla 2008"de “Güç” temasıylaysa Pictet Ödülü"ne aday oldu. Olaf Otto Becker"in işleri Avustuya, Almanya, Hollanda gibi ülkelerde ve Amerika"da Amerika Birleşik Devletleri Kongre Kütüphanesi"nde sergilendi.


<br/>


OLAF OTTO BECKE  ‘den  “Sıfır Noktası Üzerinde” Fotoğraf Sergisi


<br/>
Elipsis Gallery
Açılış :01/11/2012 Perşembe   Saat:18:30
Adres:Hoca Tahsin Sokak /Akçe Sokak Karaköy/İSTANBUL
Tel:0212 249-48-92

Kaynak: fotopya.com