31 Temmuz 2012 Salı

İntihar Eden Yazar ve Şairler Listesi 2: Virginia Woolf


Virginia Woolf


(25 Ocak 1882 – 28 Mart 1941)


1882'de Londra'da dünyaya gelen Virginia Woolf, Victoria devri'nin tanınmış yazarlarından Sir Leslie Stephen'ın kızıydı. Annesi ve babası daha önce başkalarıyla evlenmişler, dul kaldıktan sonra ise bir araya gelmişlerdi. Her ikisinin de ilk eşlerinden çocukları vardı.

Sir Leslie Stephen'ın ilk eşi, ünlü romancı William Makepeace Thackeray'nın kızıydı. Thackeray'nın eşi akıl hastası olduğundan, Leslie Stephen'ın bu kadından olan kızı Laura, anneannesine çekmiş, yirmi yaşında bir akıl hastahanesine kapatılmıştı.

Virginia'nın annesi Julia Duckworth ile Leslie Stephen'ın beş çocukları oldu. Yaş sırasıyla Vanessa, Julian, Thoby, Virginia ve Adrian. Virginia on üç yaşındayken annesi ansızın ölmüştür. Woolf, o yıllarda kadınların ikinci planda kalması nedeni ile okula gönderilememiş fakat babası yardımı ile kendini geliştirmiştir. Kızkardeşi Vanessa Bell daha küçük bir yaşta iken bir ressam olmaya, Virginia Woolf ise bir yazar olmaya karar verir.

Kendisini babasının kütüphanesinde geliştiren Virginia Woolf, 1895'de bir gazetede kısa hikâyelerini yayınlatır. Özellikle, Viktorya tarzı yaşamaya karşı olan Virginia Woolf, yazılarında da bundan bahseder.

Bloomsbury Grubu

1904'te babasının ölümünden sonra kardeşleriyle Bloomsbury'ye taşınması ise hayatında ciddi bir dönüm noktası olmuştur. Bloomsbury grubu içinde birçok ünlü edebiyatçıyı barındıran ve cinsel konulardaki özgürlükçü tavırlarıyla tanınan bir grup entelektüelden oluşuyordu. Grupta bulunan birçok kişi eşcinsel ya da biseksüeldi. İnsanlar onları etik bir grup olarak görüyorlardı. Grupta John Maynard Keynes, E. M. Forster, Roger Fry, Duncan Grant ve Lytton Strachey gibi ünlü kişiler vardı. Woolf, 1909'da bir süreliğine Lytton Strachey ile nişanlanmıştır.

Evliliği


Virginia Woolf 1912 yılında Leonard Woolf ile evlenmiştir. Evlilikleri cinsel açıdan yeterli olmasa da, Virginia Woolf için çok önemli olmuştur. Leonard Woolf eşi için bir basımevi kurmuştu ve bu da Virginia Woolf'un yazdığı kitapları yayımlatması için bir fırsat olmuştu.

Ölümü


Perde Arası romanını yazdığı sıralarda artık kendini yeterince yetenekli hissetmiyor, yeteneğini kaybettiğini düşünüyordu. Her gün savaş korkusu ve yeteneğini kaybetmenin vermiş olduğu stres, dehşet ve korku sonucu ruhsal bunalıma girmiş, 28 Mart 1941’de içinde bulunduğu duruma daha fazla dayanamayıp evlerinin yakınlarında bulunan Ouse nehrine ceplerine taşlar doldurarak atlayıp intihar etmiştir.

Virginia Woolf, geride iki intihar mektubu bırakmıştır. Birisi kardeşi Vanessa Bell'e diğeri ise kocası Leonard Woolf'a.

Leonard Woolf'a, 18 Mart 1941
"Sevgilim, yine çıldırmak üzere olduğumu hissediyorum. O korkunç yeniden yaşayamayacağımı hissediyorum. Ve ben bu kez iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya başladım. Odaklanamıyorum. Bu yüzden yapılacak en iyi şey olarak gördüğüm şeyi yapıyorum. Sen bana olabilecek en büyük mutluluğu verdin. Benim için her şey oldun. Bu korkunç hastalık beni bulmadan önce birlikte bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemezdim. Artık savaşacak gücüm kalmadı. Hayatını mahvettiğimin farkındayım ve ben olmazsam, rahatça çalışabileceğini de biliyorum. Bunu sen de göreceksin. Görüyorsun ya, bunu düzgün yazmayı bile beceremiyorum. Söylemek istediğim şey şu ki, yaşadığım tüm mutluluğu sana borçluyum. Bana karşı daima sabırlı ve çok iyiydin. Demek istediğim, bunları herkes biliyor. Eğer biri beni kurtarabilseydi, o kişi sen olurdun. Artık benim için her şey bitti. Sadece sana bir iyilik yapabilirim. Hayatını daha fazla mahvedemem. Bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemiyorum."

Yazarlığı


Bir profesyonel olarak 1905'lerde yazmaya başlayan Virginia Woolf'un ilk kitabı olan The Voyage Out (Dışa Yolculuk) 1915'te yayınlanmıştır. Bu kitabın yazımı çok uzun sürmüş, bir yıl içinde üç kez tekrar yazılmıştır. Özelllikle annesinin ölümünü yenmesi ile ilgili olan bu kitap ilginç olduğu kadar etkileyicidir.

Gece ve Gündüz, Virginia Woolf'un ikinci romanıdır. Woolf'un "bilinç akışı" tekniğini kullandığı daha sonraki modern deneysel romanlarından farklı olarak klasik gerçekçi üslûpla kaleme aldığı bu eser, olay örgüsü, gerçek mekân tasvirleri ve titizlikle betimlenmiş karakterleri, dönemin atmosferini yansıtan özellikleriyle dikkat çekiyor.
1920'de yayımlanan roman, daha sonraki eserlerinin habercisi olarak, nesnel gerçekliğin ve tarihselliğin insan bilincindeki yansımalarını birbirinden oldukça farklı karakterlerde ustalıkla canlandırıyor.
Roman, I. Dünya Savaşı öncesi Londra'sında geçer. Woolf, dönemin entelijansiyasını, fikir ve ruh dünyasını mizahî ancak sıcak, insanî bir dille anlatır. Kadın hakları, sınıfsal farklılık, aşk, evlilik ve özgürlük gibi meseleleri, karakterlerinin yaşamları, mücadeleleri, umutları, acıları ekseninde tartışıyor. Gece ve Gündüz, Katharine, Mary ve Ralph'in hakikat arayışlarında tanık olduğumuz modern insanın yazgısı, bir başkasını anlama çabası üzerine duygulu ve derin bir metin.

Virginia Woolf, 1931’de yayımladığı Dalgalar’ı yazarken ise, bu kitapla o güne değin hiçbir başka romancının göze alamayacağı değişik şeyleri yapmak istediğini, bu romanın o güne değin yazılan hiçbir başka romana benzemeyeceğini biliyordu. (...) Çünkü Dalgalar, ‘hem düzyazıyla kaleme alınacak, hem de şiir olacaktı; hem roman olacaktı, hem de tiyatro oyunu.
Virginia Woolf, Dalgalar’da dış dünyayı yok eder. Üç erkek ve üç kadının çocukluklarından yaşlılık dönemlerine kadar tüm hayatlarının anlatıldığı kitapta dış dünya nesnel olarak değil, ancak kişilerin iç dünyalarına yansıdığı kadarıyla verilir. “Bir olay örgüsüne uyarak değil, bir ritme uyarak” yazılan kitap, “şiir olmayan herhangi bir şey edebiyata neden girsin ki” diyen Woolf tarafından iki yıl içinde üç kez yazılır ve dalgaların sesine uydurularak, şiir gibi yüksek sesle okunarak düzeltilir... Gerçekçi roman geleneğinden tam bir kopuşu temsil eden Dalgalar, bilinç akışı tekniğiyle yazılan romanların en önemlilerinden biridir."

Mrs. Dalloway'se ünlü yazarın adıyla anılacak ‘bilinç akışı’ tekniğinin en başarılı örneklerinden biridir.

Eşcinsel olan Virginia Woolf'un eserlerinde eşcinsel yakınlıklarına bol bol rastlanır.

Yazarın öteki romanlarına benzemeyen, tümüyle özgün bir düşünce ürünü olan Orlando isimli romanı bir aşk mektubuyla beraber o dönemdeki sevgilisi Vita Sackville-West'e adanmıştır.

1929 tarihli "Kendine Ait Bir Oda" feminist hareketin klasik bir kitabı olarak kabul edilir.
Kadın hareketinin elden düşürmediği önemli kitaplardan biri olan Kendine Ait Bir Oda, Virginia Woolf’un belki de en kolay okunan kitabıdır. Çünkü konu çok somuttur: “Kadın ve Edebiyat.”

Erkeklerin kadınlara bıkıp usanmadan tekrarladıkları ‘ezeli’ ve de ‘ezici’ bir soru vardır: “Bizler kadar düşünme yeteneğiniz olduğunu ileri sürüyorsunuz. Madem öyle, neden Shakespeare gibi bir deha çıkaramadınız?” İşte Virginia Woolf bu ‘yakıcı’ soruya, tarihsel ilişkilerin kökenine inip kütüphane raflarında şöyle bir gezindikten ve de kısa bir kadın edebiyatı tarihçesi çıkardıktan sonra esaslı bir yanıt getiriyor. Ve şöyle sesleniyor kadınlara: “Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!..” 

Daha sonralarda Virginia Woolf tarafından kaleme alınan Flush'ta bir köpeğin bakış açısı fark edilir.
...güçlü kuvvetli, enerji dolu, yaşama sevinci içinde genç Robert Browning bir bomba gibi patlamıştı Elizabeth Barrett’in sessiz hasta odasında. İngiliz edebiyatının en ünlü aşk öyküsüdür onların aşkı. Tiyatro oyunları yazılmış, filmler yapılmıştır bu konuda. Nasıl mektuplaştıklarıı, Robert Browning’in Wimpole Sokağı’ndaki bir evde divanda yatan Elizabeth’i nasıl görmeye geldiğini, bu ziyaretten sonra üç ay içinde Elizabeth’in mucize kabilinden nasıl yürümeye başladığını, gizlice evlenip Floransa’ya kaçtıklarını herkes bilir. Hatta Virginia Woolf’un The Common Reader’da dediği gibi, İngiliz şiirinin en önemli adları arasında olan bu iki şairden tek dize okumamış olanlar bile! Virginia Woolf’un Flush’ı bu konuda son derece sevimli bir kitaptır. Elizabeth Barrett Browning’in çok sevdiği İtalya’ya kaçarken beraberinde götürdüğü köpeğin yaşamöyküsünü anlatan Flush’da bu aşk öyküsünü bir de o köpeğin açısından görürüz.

Kitaplarının kapaklarında kardeşi Vanessa Bell'in resimleri bulunmaktadır.

Yazar, modernist hareketin en önemli kişilerinden biri olarak tarihe geçmiştir ve roman türünün gelişimine büyük katkıda bulunmuştur.

Kitapları elliden fazla dile çevrilen Viginia Woolf'un bu eserlerinden bir kısmı, Jorge Louis Borges ve Marguerite Yourcenar gibi tanınmış yazarlarca çevrilmiştir.

Eserleri

Dışa Yolculuk (1915)
Gece ve Gündüz (1919)
Jacob'un Odası (1922)
Mrs. Dalloway (1925)
Deniz Feneri (1927)
Orlando: Bir Yaşamöyküsü (1928)
Kendine Ait Bir Oda (1929)
Dalgalar (1931)
Londra Manzaraları (1931)
Flush, Bir Köpeğin Romanı (1933)
Yıllar (1937)
Üç Gine (1938)
Perde Arası (1941)
Virginia Woolf'un Günlükleri
Pazartesi ya da Salı


Kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/Virginia_Woolf

29 Temmuz 2012 Pazar

Ülkenin Durumu

Demirel'e ülkenin durumu hakkında ne düşündüğü sorulmuş....

Demirel de soruyu yönelten kişiye:
- "Bak sana bunu bir fıkrayla anlatayım da pazar neşesi olsun" demiş. Demirel'in anlattığı fıkra şu:

Osmanlı döneminde yolsuzlukları ile ünlü Karakuşi adında bir kadı varmış. Bir gün Karakuşi Kadı, bir fırının önünden geçerken burnuna güzel bir koku gelmiş.Vitrinde güveç içinde nar gibi kızarmış sahibini bekleyen nefis bir ördek var.... Karakuşi Kadı, fırıncıya:

- 'Ben bunu aldım' demiş. Kadıya itiraz edilir mi? Fırıncı hemen ördeği paket yapıp vermiş. Az sonra ördeğin asil sahibi gelmiş:

- 'Hani bizim ördek?' Fırıncı boynunu büküp:

- 'Uçtu' deyince iş kavgaya dönüşmüş. Kavga sırasında fırıncı, araya giren bir gayrimüslim müşterinin gözünü çıkarınca korkup kaçmaya başlamış... Gayrimüslim de peşinde kovalıyor...

Bir duvardan atlarken, bilmeden duvarın öteki tarafındaki hamile bir kadının üstüne düşmüş. Kadın, çocuğunu düşürdüğü için, kadının kocası da fırıncının peşine düşmüş. Can havliyle kaçan fırıncının çarpıp devirdiği Yahudi bir vatandaş da kızıp peşlerine takılmış... Sonunda duruma müdahale eden zaptiyeler hepsini yakalayarak Karakuşi Kadı'nın karşısına çıkarmışlar. Kadı sırayla sormuş...

Ördeğin sahibi,
- 'Bu adam ördeğimi hiç etti' diye şikáyet etmiş.

Karakuşi Kadı, fırıncıya sormuş:
- 'Ne yaptın bu adamın ördeğini?'

Fırıncı
- 'Uçtu' demiş.

Kadı, kara kaplı defterini açmış:

- 'Ördeğin karşısında tayyar yazılı. Tayyar 'Uçar' anlamına gelir. O halde ördeğin uçması suç değil' diyerek, fırıncının ördek işinden beraatına karar vermiş. Gözü çıkan gayrimüslim vatandaşa sormuş. Onun şikáyetine de kara kaplı defterden bir madde bulmuş:

- 'Her kim, gayrimüslimin iki gözünü çıkara, o müslimin tek gözü çıkarıla...

Davacı:
- 'Benim tek gözüm çıktı. Şimdi ne olacak?' diye sorunca Karakuşi Kadı

- 'Şimdi' demiş, 'Fırıncı senin öbür gözünü de çıkaracak, biz de onun tek gözünü çıkaracağız. Tabii gayrimüslim şikáyetinden hemen vazgeçmiş, fırıncı bu davadan da beraat etmiş.

Çocuğunu düşüren kadının kocasına da Karakuşi Kadı:

- 'Tamam' demiş, 'Karını vereceksin, bu adam yerine yeni çocuk koyacak.' Böyle olunca adam da şikayetini anında geri almış, fırıncı bu davadan da kurtulmuş. Kadı dönmüş Yahudi'ye:

- 'Senin şikáyetin nedir bre?' Yahudi bir süre düsündükten sonra ellerini açmış,

- 'Ne diyeyim kadı efendi' demiş, 'Adaletinle bin yaşa Sen, e mi !'

Demirel bu fıkrayı anlattıktan sonra kendisini dinleyen topluluğa dönerek, kıssadan hisse:

- Ananı "öpen" kadı ise, kimi kime şikáyet edeceksin?.. Bugün ülkedeki durum bu! Agnadın mı?

27 Temmuz 2012 Cuma

Yazar Adaylarına Kılavuz - Semih Gümüş

ÖZGÜN OL, PES ETME

• Ne yazacağım sorusunun karşılığı, her şey’dir. Ne yazarsan yaz. Hem de önemli şeyleri yazma zorunluluğunu hiç mi hiç hissetmeden; tam tersine, en önemsiz görünen şeyleri yaz ki o önemsiz şeyler içinde has edebiyatın değerleri kendilerini bulsun, basit şeylerin aslında hayatımız için ne denli önemli olduğu anlaşılsın.

• Yaratım sürecinin en çetin yeri, kişi yaratmak. İnandırıcı dolayısıyla yazınsal bakımdan tastamam bir kişi yaratmak, bütünü bir anda sıralanamayacak bir dizi öğenin yazınsal (kimyasal) birleşimine bağlıdır. Bunların arasında yazarın birikimi, ustalığı vardır ki hemen bütünü çalışmakla kazanılır.

• Esinlenme öykünme değildir. Öykünme, hiçbir zaman uğranmaması gereken bir durak. Bütün sorun şu; kendim için yazmalıyım, dolayısıyla başkalarınınki gibi değil.

• Yalın dil arayışı, içinden çıkamadığımız düzanlatımı gitgide sıradanlaştırmaya başlayabilir. Eski bir dilin içinden çıkamadan, bir de ona mahkum kalmak, anlattıklarımızı birbirine benzetir ve önceden yazılmış konular yeniden hikaye edilerek sıkıcı öykülere ve romanlara dönüşür.

KAYGILARI BİR YANA BIRAKIN

Sorun zaman değil. Yapabileceğimizin en iyisini yapmaya çalışmak. Nasıl yayımlayacağımız ondan sonra gelir. Gelin bütün kaygıları bir yana bırakın. Siz yazın, kararlılıkla yazmayı sürdürün. Kendi sesinizi arayarak yazın. Ama ondan da daha büyük bir kararlılıkla okumayı sürdürün. İkisi bir arada olmazsa olmaz. Nitelikli edebiyatın karşısında hiçbir engel duramaz.


Semih Gümüş - Yazar Olabilir miyim?

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Gazeteler Hangi Günlerde Kitap Eki Veriyor?

Alfabetik olarak sıraladığımız gazetelerin kitap eklerinin hangi aralıklarla çıktığını listeledik. İşte, edebiyatla ilgilenenlerin işine yarayacağını düşündüğümüz liste;

Agos Kitap Eki – Her ayın ikinci cuması

Aydınlık Kitap Eki – Her hafta cuma günü

Akşam Kitap Eki – Her ayın ikinci haftası cuma günü

Birgün Kitap Eki – İki haftada bir cuma günü

Cumhuriyet Kitap Eki – Her hafta perşembe günü

Dünya Kitap Eki – Her ayın ilk cuma günü

Evrensel Kitap Eki – Her ayın son cuması

Milliyet Kitap Eki – Her ayın ikinci haftası çarşamba günü

Radikal Kitap Eki – Her cuma günü

Sabah Kitap Eki – Her ayın üçüncü haftası cuma günü

Star Kitap Eki – Her ayın ilk perşembe günü

Taraf Kitap Eki - Her ayın ilk cuma günü

Vatan Kitap Eki – Her ayın on beşinde

Yeni Çağ Kitap Eki – Her ayın üçüncü haftası cumartesi günü

Yeni Şafak Kitap Eki – Her ayın ikinci haftası çarşamba günü

Zaman Kitap Eki – Her ayın ilk pazartesi günü


Kaynak: edebiyathaber.net

24 Temmuz 2012 Salı

Basitce Post-Conversion! Sinemada 2,5D Devri


Geride bıraktığımız sene içerisinde sevdiğimiz birçok filmi 3D izleme şansı yakaladık.
James Cameron sağolsun, Avatar’dan sonra bütün dünya gibi ülkemizde de üç boyutlu filmler seyirciyi sinema salonlarına çekmeyi başarıyor.

Fakat bu aralar herkesin farkettiği bir durum mevcut. “Bazen o devasa gözlükleri takarak izlediğimiz her film gerçek 3D tadı vermiyor.” dediğinizi duyar gibiyim.

3d sinema

Haydi o zaman hep beraber konuya açıklık getirelim, ne, nedir öğrenelim.
Dünya üzerinde üç boyutlu sinema teknolojisini tam anlamıyla bilen yönetmen sayısı gerçekten çok az.
Bu yönetmenler de belirli periyodlarda üretimde bulunduğu için izlediğimiz her film bir Avatar yada bir Hugo kalitesinde olmuyor.
İşte burada devreye günümüzün gözde teknolojisi olan, Hollywood ağzı ile, ‘post-conversion’ giriyor.
Peki bu post-conversion nedir? Ne işe yarar? Bize bir faydası var mı?
Post-conversion, normal tarza (2D) çekilen filmlerin, bilumum efektler ve programlar kullanılarak, katmanlarına ayırılması sonucunda, alışık olduğumuz çekimlerin 3D’ye çevrilme işlemidir.

Sinemaseverler, bazen 3D olarak izlediği filmlerde göze batan noktalar bulurlar ve genelde “film iyiydi ama üç boyutunu sevmedim” şeklinde ufak bir sitem ile geçiştirirler bu durumu.
2D filmlerin post-conversion ile 3D’ye çevrilmesi yeni bir durum değil. Fakat bazı projeler gerek zaman, gerek maliyet engeline takıldığı için bu işlem düzgün gerçekleşemiyor ve karşımıza 2.5D olarak adlandırabileceğimiz yapımlar çıkıyor.

Stereo kamera kullanımının oldukça detay ve tecrübe istediği ve çekim sonrası 3D efektlerin verilmesi işlemi için kiralanan stereografikerlerin milyonlarca dolar talep etmesi sektörü bu tip bir arayışa iten asıl sebep olsa gerek.

avengers 3d

2010 ve 2011 yılı içerisinde izlediğimiz Captain America:The First Avenger, Thor, Immortals, Transformers: Dark of the Moon, Alice in Wonderland, Clash of the Titans gibi filmler gerek kısmi gerek bütün olarak yukarıda bahsettiğimiz sebeplerden dolayı post conversion işlemine maruz kaldı.

Önümüzdeki sene vizyona girecek olan ve gişe filmleri olması beklenen Star Trek 2, The Avengers, Thor 2, Wrath of the Titans, Men in Black III gibi filmler de çoğunlukla 2D çekilecek ve yine bilgisayar başına oturmuş ufak bir ekip tarafından post-convert edilerek bizlere 3D formatında sunulacak.

Bunları göz önünde bulundurarak artık hepimiz daha uyanık seyirci kıvamına ulaşmış buluyoruz.

men in black iii


kaynak: Ömür Kuşluoğlu

23 Temmuz 2012 Pazartesi

4 Saatlik Çalışma


Belirli bir zaman içinde birtakım insanların çamaşır mandalı yapımında çalıştıklarını varsayalım. Diyelim ki bunlar günde 8 saat çalışarak, dünyanın bütün mandal ihtiyacını karşılayacak kadar üretim yapmaktadırlar. Birisi çıkar, aynı sayıda işçinin aynı çalışma süresi içinde öncekinin 2 katı mandal yapmasını sağlayan bir buluş koyar ortaya. Ama dünyanın 2 kat fazla mandala ihtiyacı yoktur; mandallar zaten o kadar ucuzdur ki, daha ucuza satılsa bile daha fazla satın alan olmayacaktır. Aklı başında bir dünyada olsa, bu durumda, mandal yapımıyla uğraşan herkes 8 yerine 4 saat çalışır; ama bunun dışında her şey yine eskisi gibi yürürdü. Gelgelelim, içinde yaşadığımız dünyada böyle bir şey ahlak bozucu sayılır. İçinde yaşadığımız dünyada insanlar hala 8 saat çalışmakta, gerektiğinden çok sayıda mandal yapılmakta, birtakım insanlar iflas etmekte ve mandal yapımında çalışan işçilerin yarısı işten atılmaktadır. Bunun sonunda yine öteki planda olduğu kadar boş vakit kalır insanlara; ama bu defa insanların yarısı çok fazla çalışırken öbür yarısı tamamen aylaktır. İşte, nasıl olsa kalacak boş vakit bütün insanlık için bir mutluluk kaynağı haline getirileceğine, bu şekilde ne yapılıp edilip evrensel bir sefalet kaynağı haline getirilmektedir. Bundan daha büyük bir delilik düşünülebilir mi?

Sıradan işçiler günde 4 saat çalışsalardı hem her şeyden herkese yetecek kadar bulunurdu hem de ortada işsizlik kalmazdı; tabii ufak çapta da olsa, aklı başında bir örgütün bulunduğu varsayılarak. Bu fikir, hali vakti yerinde olanların hiç hoşuna gitmez; zira onlar, yoksulların boş vakitlerini nasıl kullanacaklarını bilmedikleri inancındadırlar.

Hiç kimsenin günde 4 saatten çok çalışmak zorunda kalmayacağı bir dünyada bilime meraklı olan herkes aç kalmadan bilimle uğraşabilecek; her ressam, tabloları ne kadar mükemmel olursa olsun, aç kalmadan resim yapabilecektir. Genç yazarlar, anıtsal eserlerini verebilmek için iktisadi bağımsızlıklarını kazanmak kaygısıyla önce geçim sağlayacak ıvır zıvır eserler vererek dikkati çekmek, neden sonra anıtsal eserlerini verme zamanı gelince de hem böyle büyük eserler verme iştahını hem de yeteneğini kaybetmiş bulunmak zorunda kalmayacaklardır. Meslek çalışmaları sırasında iktisat ya da yönetimin herhangi bir evresine ilgi duyanlar, üniversiteden olan iktisatçıların eserlerini çoğunlukla gerçek yönünden noksan bırakan akademik çalışma yönteminin bağlayıcılığı bulunmaksızın, kendi fikirlerini geliştirebileceklerdir. Tıp adamlarının, tıbbi gelişmeleri öğrenecek kadar zamanları olacak, öğretmenler kendi gençliklerinde öğrendikleri ve aradan geçen zaman içinde gerçeğe uymadıkları meydana çıkmış olabilecek şeyleri alışılagelmiş yöntemlerle öğretebilmek için kendilerini parçalarcasına çabalamak zorunda kalmayacaklardır. Hepsinden önemlisi, sinir bozukluğu yerine, yorgunluk, bıkkınlık, hazımsızlık yerine mutluluk olacak, yaşama sevinci bulunacaktır. Zorunlu çalışma, boş zamanları zevkli kılmaya yetecek kadar olacak; ama bitkinlik yaratacak kadar olmayacaktır. İnsanlar boş zamanlarında yorgun olmayacaklarından sadece edilgin ve yavan eğlenceler istemeyeceklerdir. İnsanların hiç değilse yüzde biri, meslek çalışmaları dışındaki vakitlerini şu ya da bu cins bir kamu yararını hedef tutan çalışmalara ayırabilecekler ve bu çalışmalar geçim sağlamak kaygısıyla yapılmadığı için de, özgünlüklerinin karşısına çıkacak hiçbir engelle karşılaşmayacakları gibi, yaşlı üstatların koyduğu ölçülere uymak zorunda da kalmayacaklardır. Sıradan erkeklerle kadınlar, mutlu yaşama fırsatı elde edeceklerinden, daha sevgi dolu olacaklar, kendi görüşlerine uymayanlara daha hoşgörüyle ve daha az kuşkuyla bakacaklardır. Kısmen bu nedenle, kısmen de uzun ve zorlu çalışmaları gerektireceğinden, savaş isteği ortadan kalkacaktır.

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Atmosferik Rahatsızlıklar - Rivka Galchen


Atmosferik Rahatsızlıklar
(Yılın En İyileri Seçkisi!)
Orjinal isim: Atmospheric Disturbances
Yazar : Rivka Galchen
Sayfa Sayısı: 280
Yayınevi: Siren Yayınları
Çeviri: Hira Doğrul


Soru: Romanınız günün birinde karısının yerine tıpatıp benzeyen başka birinin geçtiğini fark eden psikiyatr Leo Lieberstein hakkında. Psikiyatri geçmişinizin burada etkili olduğunu varsayıyorum. Sizce Leo’nun teşhisi ne olurdu? Semptomları tam olarak neler?

Rivka Galchen: Çoğu kişi Leo’ya 'Capgras Sendromu' teşhisi koyardı, eminim. Bu rahatsızlıkta hasta çeşitli nedenlerden dolayı en yakınlarının yerlerine onlara tıpatıp benzeyen yabancıların geçtiğine inanıyor. Çok yaygın değil, ancak yine de başa gelen bir şey. FBI’ın oğlunu çalıp tıpatıp bir benzeriyle değiştirdiğini ve bu benzeri de sevmeye başladığı için ondan da vazgeçmeyeceğini iddia eden bir Capgras vakası duydum mesela. İngiltere’de de bir adam geçirdikleri araba kazasından sonra karısının kazada öldüğüne, evinde yaşayanın ise bir yabancı olduğuna inanmaya başlamış. Mahkeme bu inançtan dolayı adama tazminat da ödemiş. Pek çok ilginç vaka var; hem tanıma hem tanımamaya dair bu durumu gözlemlediğimiz.

Leo’nun durumunda ise beni ilgilendiren yan bunun duygusal yansımalarının hepimizin hayatlarında var olması. Hayatım boyunca ardımdan açık unuttuğum ışıkları söndürmüş, yemeklerimi hazırlamış ve her işimi görmüş olan annem ben 25 yaşındayken bir gün ona bir bardak çay getirmemi söyledi bana. ‘Kim bu kadın?’ diye düşündüğümü hatırlıyorum. Özellikle yakınlarımıza atfettiğimiz kimi şeylerin yanlışlığına ve bu kişilerin anbean değişme ihtimallerinin de olduğuna inanıyorum. Alışkanlıklarımız en yakın olduğumuz kişilere karşı bizleri körleştirir, günlük rutinlerin içinde dönüşümlerini anlamak güçleşir iyice. Sonra, birden bire, küçük bir şeyin ardından – ‘Bu da kim?’ derken buluruz kendimizi.

Röportaj Kaynak: babygotbooks.com

19 Temmuz 2012 Perşembe

Grafomani: Deli Gibi Yazmak İstiyorum

İçinizde bastıramadığınız bir yazma arzusu mu var? Yazdıklarınızı mutlaka başkaları ile paylaşmanız gerektiğine mi inanıyorsunuz? Durumunuz hiç de iç açıcı görünmüyor. Hatta Milan Kundera’ya bakarsanız, vahim bir ‘hastalığa’ yakalanmış olma olasılığınız çok yüksek.

Birkaç hafta önce “Sayın Beyefendi” diye başlayan bir mektup aldım; yanına daktiloda yazılmış bir metin iliştirilmişti, “İki kitabınızı beğenerek okudum ve sizin de benim yazdığım bir romanı okumak isteyebileceğinizi düşündüm. Kitabım için henüz bir yayıncı bulamadım, ama umarım yakında bulurum; belki de sizin yardımınızla! Kitabım, İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra Burma’da geçen çocukluk dönemimle ilgili.”

Böyle bir ricayla ilk kez karşılaşmıyordum. Kitap yayımlayan herkes, aynı şeyi yapmak isteyen kimselerden cesaret ya da öğüt talep eden çok sayıda mektup alır. Görünen o ki, hepimiz, içimizde bir roman saklamakla kalmıyor, önemli bir bölümümüz de bu eseri Waterstones Yayınevi’nin tezgâhında görmek için gerçekten uğraşıyoruz.

Milan Kundera’ya göre bunun nedeni bir hastalık; ‘deneyimlerimizi ve düşüncelerimizi yazmak ve bunları mümkün olduğu kadar çok insanla çılgınca paylaşmak için manik bir arzu duyma hali’ diye tanımladığı, ‘grafomani’ çağında yaşıyor olmamız. Kundera şöyle açıklıyor: “Bir kadın sevgilisine günde dört kere mektup yazıyorsa grafoman değildir. Âşıktır. Fakat ileride bir gün yayımlamak için her birinin fotokopisini alıyorsa grafomandır.”

Kundera, hangi toplumda şu üç koşul oluşursa, orada grafomaninin salgın halini aldığını söylüyor.
1. koşul; toplumun, onu oluşturan bireylerin hayatta kalmanın dışında kendilerini başka görevlere de adamalarına izin verecek yeterli refah düzeyine ulaşması. 
2. koşul; boşanma, çekirdek ailenin çöküşü, sevgili bulma sıkıntısı gibi sorunların neden olduğu yüksek derecede toplumsal atomizasyonun olması ve sonuç olarak da bireylerin soyutlanması. (“Kitap yazarız; çünkü çocuklarımız bizimle ilgilenmez. Kendimizi anonim bir dünyaya yönlendiririz; çünkü eşimiz bizi dinlerken kulaklarını tıkar.”) 
3. koşul; bir ulusun, kendi içinde dramatik toplumsal değişikliklerin yaşanmaması, yani savaşların veya devrimlerin olmaması. Kundera, ‘neredeyse hiçbir şeyin yaşanmadığı’ Fransa’daki yazarların yüzdesinin, İsrail’e göre 21 kat daha fazla olduğunu belirtiyor.

Yaratıcı yazı derslerinin sayısına göre karara varmak gerekirse, bizim toplumumuz, derin bir grafomani hastalığının pençesinde. Bu, zararsız görünse de Kundera, grafomanlarda ortaya çıkan kısmen tehlikeli bir yan etkiye işaret ediyor: Sürekli yazmak isteyen insanlar, başkalarını dinleme konusunda çok kötü olma eğilimindeler. Kitap yazmayı isteyenler, böyle edebi tutkuları olmayan kimselerin okuduğu kitap sayısının yarısı kadarını bile okumuyor. Kundera için grafomani, dünyaya duyulan merak yüzünden değil de, insanların kendilerini görünmez, güçsüz hissetmeleri ve sayfalarda bırakacakları izler aracılığıyla varlıklarını ortaya koymak istemeleri nedeniyle artıyor. İronik olan ise; genel soyutlanma hali, grafomaniyi doğuruyor, ama giderek yayılan grafomani, yoğunlaşan ve kötüleşen bir soyutlanmaya dönüyor.

Kundera’nın, karanlık, fakat etkileyici analizine göre, matbaanın icadı, başlarda insanların birbirini anlamasına imkân sağlarken, gitgide bizim arkadaşlarımızı dinlememizi önler hale geldi. Bir roman veya köşe yazısı yazmak için her şeyi göze alan biri, maalesef sizinle çok fazla ilgilenmiyor. 


Kaynak: Tempo Dergisi - Alain De Botton

17 Temmuz 2012 Salı

Zamanımızın Bir Kahramanı - Mihail Lermontov


Zamanımızın Bir Kahramanı 
Yazar: Mihail Lermontov
Sayfa Sayısı: 188
Yayınevi: Can Yayınları
Çeviri: Ülkü Tamer





"Beyler, Zamanımızın Bir Kahramanı bir tek kişinin portresi değildir; kuşağımızın gittikçe artan kötülüklerinden yaratılmış bir portredir. Bana bir insanın bu kadar kötü olamayacağını söyleyeceksiniz yine; ben de diyeceğim ki, madem bir sürü trajik ve romantik haydutun varlığına inandınız, neden Peçorin gerçeğine inanmıyorsunuz? Yoksa bu kişideki gerçek payı sizin istediğinizden daha mı fazla?"

Mihail Lermontov

Henüz yirmi yedi yaşındayken bir düelloda yaşamını yitiren Lermontov’un tek romanı Zamanımızın Bir Kahramanı, bugün dünya edebiyatının başyapıtları arasında.

19. yüzyıl Rus edebiyatının en büyük şairlerinden Lermontov’un bu romanda yarattığı Peçorin karakteri ise, yalnızca o günlerde değil, günümüzde de edebiyat dünyasının en çok tartışılan karakterlerinden. Roman, döneminin toplumsal yaşamının eleştirel bir tablosunu çiziyor.


15 Temmuz 2012 Pazar

Osmanlıca'da Burç İsimleri

KOÇ : davar-ül kurban

BOĞA : sığır-ül camış

İKİZLER : adem-ül çift-i aynen

YENGEÇ : mahluk-ül derya-ül böcekvari

ASLAN : malukat-ül vahşi

BAŞAK : nebatat-ül arpa vü yulaf

TERAZİ : endaze-i kantar

AKREP : haşerat-ül zehr-i zıkkım

YAY : silah-ül zemberek

OĞLAK : davar-ül sakal-ı sivri

KOVA : damacana

BALIK : mahsulat-ı derya

13 Temmuz 2012 Cuma

Felcin Semptonları

Bir nörolog felç vakalarını inmenin geldiği zamandan üç saat içinde müdahale edebilse felcin etkilerini tamamen geri çevirebileceğini söylüyor. Püf noktasının felcin tanımlanması, teşhis edilmesi ve üç saat içinde hastanın medikal bakımının başlaması olduğunu söylüyor. 

Felcin tanımlanmasında üç test: "S.T.R." 

Bazen felcin semptomlarının tespit edilmesi zordur. Bilinçsiz olmak malesef felakettir. Felç hastası, eğer yakınındaki kişiler tarafından felcin semptomları teşhis edilemezse, ciddi beyin hasarına maruz kalır.

Doktorlar yakında bulunan herhangi birinin üç basit soru sorarak felci teşhis edebileceğini söylüyor:
S * Gülümsemesini söyleyin (Smile) 
T * Basit bir cümle kurmasını söyleyin (Talk)  (örn. Bu gün dışarısı güneşli.) 
R * Her iki kolunu kaldırmasını söyleyin. (Raise) 
Hasta bu görevlerin herhangi birini yapmakta zorlanıyorsa, derhal acil servis numarasını arayın ve semptomları almaya gelenlere söyleyin. 


Felcin yeni işareti: Dilinizi çıkarın! 


Felcin bir başka işareti şudur: Hastaya dilini çıkarmasını söyleyin. Eğer dil kıvrılmışsa veya bir tarafa doğru yatmışsa bu da felç işaretlerindendir. 

11 Temmuz 2012 Çarşamba

Notos Dergi’nin Alternatif 100 Temel Eser Listesi Niçin Yanlış ve Eksik?

192 edebiyatçı bir araya gelerek, Milli Eğitim Bakanlığı’nın, çocuklar ve gençlere tavsiye ettiği ve çok tartışılan, eleştirilen 100 Temel Eser listesine bir alternatif hazırladı. Ama yine ağır ve zor okunan klasiklerden oluşan bu yeni liste de en az eskisi kadar eksik ve arızalı. O kadar ki 100 kitaplık listede çocuklara yönelik sadece üç kitap var.




Eleştirmen Semih Gümüş’ün her zaman edebiyattan yana olmakla beraber kimi zaman zehir zemberek olmaktan çekinmeyen yazılarını yıllardır okuyoruz. “Beklenen yazar neden gelmiyor?” başlıklı yazısı mesela hafızalarda. Kendi adıma üzerinde düşünülmesi gereken bu ve benzeri yazılara çok ihtiyacımız olduğuna inanıyorum. Çoktan öldüğü düşünülen eski usul edebiyat dergiciliğini bir anlamda dirilten Notos’un önemi de burada. Gümüş yazılarını artık birkaç yıldır kendi dergisi için yazıyor. Bu da Notos’u laf olsun diye basılan değil, yaşayan, soluk alan bir dergi yapıyor. Öte yandan derginin zor okunan, gözden kaçan, hakkı yenen metinler konusundaki tavrını; onların tanıtımına, değerlendirmesine önem vermesini de seviyorum. 

“Uygulanabilir bir liste” ne demektir? 

Bu girizgahın sebebi, Notos’un kapak konusu 100 Temel Eser başlıklı soruşturma olan Şubat/Mart sayısı. Semih Gümüş Milli Eğitim Bakanlığı’nın çok tartışılan, eksik ve yanlış bulunan 100 Temel Eser Listesi’ne alternatif, yeni bir liste hazırlamış. Şöyle açıklıyor: “Edebiyat dünyamız kendi dışındaki oluşumlara seçenekler üretmeye yatkın sayılmaz. Onun kendi gündemi vardır ve bu gündem genellikle yaşayandan değil geçmişten; gelecekçilikten değil, ayakta kalma kaygısından çıkar.”

Böylece 192 edebiyatçı ve eğitimciyle birlikte, “seçimlerinde özgür okurlar için değil, zorunlu okumalar yapacak olan öğrenciler, gençler için” çağdaş yazarların eserlerinden oluşan “uygulanabilir” bir liste oluşturmaya karar vermiş. Yaşasın, ne güzel! Uygulanabilir… Yani çocukların, gençlerin okuyabilecekleri, anlayabilecekleri, onları sıkmayacak kitaplardan oluşan bir liste… Öğrencilere tavsiye edilen ama onların okumakta zorlanacakları eserler rafta öyle duracaksa, bu tür listeler yapmanın da pek anlamı yok zaten.

192 kişinin görüşleriyle oluşturulan 100 kitaplık Notos listesini kendi adıma harikulade buldum. Liste, Türk ve dünya edebiyatının çok önemli yazarlarının yapıtlarından oluşuyor. Bazıları benim de başucu kitabım.

Lakin ben ilkokulda, ortaokulda yahut lisede okumuyorum, o yıllar epey geride kaldı. Dolayısıyla listeyi harikulade bulmam gençlerin de öyle bulacağı anlamına gelmiyor. Hazır, resmi bir iş yapılmıyorken, ortada herhangi bir siyasal dayatma yokken, korkacak ürkecek bir şey de bulunmazken daha farklı bir liste oluşabilseydi diye düşünüyorum. Resmi listedeki birçok yanlış ve eksik burada da mevcut. Sözgelişi yaşayan, çağdaş yazarlardan oluşan bir liste hazırlamayı planlamışlar ama arada hayatta olan sadece 13 yazar var. Onlar da zaten Adalet Ağaoğlu, Ferid Edgü gibi eski ve “zor” isimler. Anlaşılan, Vasconcelos’un Şeker Portakalı, Molnar’ın Pal Sokağı Çocukları ve Saint-Exupery’nin Küçük Prens’i hariç, çocuklar gene klasiklerle baş başa. Oysa ben de bir zamanlar çocuk olduğum için iyi biliyorum, onların önünde klasikleri okuyabilecekleri uzun yıllar var. Hem okumayı bir kez severlerse, bunu hayatlarının bir parçası haline getirirlerse zaten klasikleri de okuyacaklar; ayrıksı, farklı edebiyat yapıtlarını da… 

Çocuklara hazmı zor kitaplar 

İtirazım Notos’a değil, 192 edebiyatçı ve eğitimciye. Onlardan sevdikleri, önemli buldukları kitapların adlarını vermeyip hiç bilmedikleri, okumadıkları kitaplardan söz etmelerini isteyecek değilim elbette ama aklıma takılan birkaç soru da yok değil: Hiç mi çocuk olmadılar? Hayatın kendi içinde bir ritmi, akışı olduğu, edebiyatın da diğer her şey gibi onu yakalaması gerektiğini hiç mi düşünmediler? Dostoyevski’den, Camus’den, Atay’dan, Tanpınar’dan, Ece Ayhan’dan, Sevim Burak’tan öncesi hiç mi olmadı onlar için, okumaya doğrudan bunlarla mı başladılar? Anlamadığı, içine giremediği bir kitabı elinden bırakan bir çocuğun, başka kitapları okumak için o kadar da hevesli olmayabileceği hiç mi akıllarından geçmedi? Hadi onlar o tarz çocuklardı diyelim, ama işte edebiyatçı ve eğitimci olmalarının getirdiği bir anlama, empati kurma kabiliyetleri de mi yok?

Cevap verenler bence listelerini hazırlarken aslında çocukları ve gençleri aslında tamamen bir başlarına bırakmış. “Sunduğumuz seçenekler bunlar, okumazsanız karışmayız, n’aparsanız yapın” dercesine…

Çağdaş çocuk ve gençlik edebiyatı görmezden geliniyor 

Günışığı Kitaplığı’nın genel yayın yönetmeni ve yazar Mine Soysal da listeyi yanlış bulanlardan… 

Notos’un 100 Temel Eser Listesi’ni endişeyle inceledim. İyi niyetle hazırlandığına inandığım bu “yeni” liste ne yazık ki hedef şaşırtıyor, nitelikli, çağdaş çocuk ve gençlik edebiyatı gerçeğini görmezden geliyor. Çağdaş çocuk ve gençlik edebiyatını okumadan, bu alandaki sorunları, tartışmaları bilmeden, çocuk ve genç okurun hızla değişen, dönüşen okuma gereksinimlerine kafa yormadan yapılan listeler hep eksik ve arızalı olacak. Ve şu öğretim yoksunu ülkede uygulanması mucizelere bağlı bu listelerin açtığı yaraları onarmak için de yıllarca didinmemiz gerekecek. Notos’un 100 Temel Eser Listesi hepsi tartışmasız çok önemli başyapıtlardan oluşuyor. Ama çocuklar ve gençlerden önce yetişkinler okusun bu değerli kitapları. Ebeveynler, öğretmenler, kütüphaneciler, eğitim yöneticileri, yazarlar, illüstratörler, çevirmenler, yayıncılar, akademisyenler, basın çalışanları, doktorlar, mühendisler, hukukçular, bilim insanları, çitfçiler, işçiler, emekliler, herkes… Böylelikle günün birinde, çocuk ve gençlerimizin Türk ve dünya edebiyatından nitelikli çağdaş edebiyat kitaplarıyla daha çok ve sürekli buluşmasının önündeki engelleri yıkabilir; Türkiye yeniden “kitap okuyan insanların ülkesi” olabilir.

Kaynak: Gülenay Börekçi - Egoistokur
Görsel Kaynak: Panoramio

Pal Sokağı Çocukları’nın heykellerini gösteren fotoğrafın bulunduğu web sitesi

9 Temmuz 2012 Pazartesi

İnsan Ruhunun Kâşifleri: Edgar Allan Poe ve Ölüm Olgusu

Lanetlenmiş yaratıcılar vardır. Onlar, insan iyidir, güzeldir, mükemmeldir gibi safsatalar yerine benliklerindeki kötülüğü, yıkıcılığı, nefreti anlatırlar. Oysa toplum bunları okumak, bilmek istemez, insanların istediği aşkla, sevgiyle, güzellikle örülü, acıklı da olsa sonunda umutlu biten öykülerdir. Gerçekten kaçmak, onunla yüzleşmekten daha kolaydır. Bu yüzden lanetli yazarların kabul edilmesi zordur. Zordur ama dehanın da bütün unutturma, yok etme çabalarına karşı inanılmaz bir direnme gücü vardır; sıradanlığın, vasat yaratıcılığın bilindik sözlerden oluşan kaim örtüsünü yepyeni bir bakış açısı, alışılmadık bir üslupla er geç yırtarak gün ışığına çıkar.

Edgar Allan Poe da o lanetli yazarlardan biridir. Hastalık, yoksulluk ve ayyaşlıkla geçen kısa yaşamına sarsıcı şiirler, yazın dünyasında çığır açan öyküler, kuramsal yazılar sığdıran bu Amerikalı yazar doğumunun üzerinden yüz doksan, ölümünün üzerinden yüz elli yıl geçmiş olmasına karşın hâlâ güncel, hâlâ ilginç, hâlâ çok okunmakta.

Edgar Allan Poe bundan tam yüz elli yıl önce 7 ekimde çok merak ettiği “ölüler kıyısına” ayak bastı. O kül rengi kıyıda, kendi imgesindeki “ölüm” atmosferinden daha ilginç, daha tuhaf, daha korkunç bir dünya bulabildi mi bilmiyoruz. Bildiğimiz, “ölüm” olgusunun Poe’nun yaşamını üç kez böldüğü, ömrünün mecrasını kökten değiştirdiğidir. Bu yüzden “ölüm” imgesi kafasında, puslu bir deniz feneri gibi yaşamı boyunca yanıp durmuştur.

Ölüler içinde bir yaratıcı

Ölüm ilk kez, yazarımız daha küçük bir çocukken karşısına çıkar. Henüz üç yaşındayken tiyatro oyuncusu olan annesini, ardından da babasını kaybeder. Bu büyük yıkımın yol açtığı tahribat, genç tüccar John Allan ve eşinin onu evlat edinmesiyle bir ölçüde azalmış olsa da, kişiliğinin gelişimini etkilemesi kaçınılmazdır. Poe’nun keskin duyarlılığı, kör gururu incelendiğinde bu erken ölüm olayının kalıcı izlerine rastlanabilir.

Allan ailesinin onu evlat edinmesi, şans perisinin Poe’nun yaşamında nadiren gülümsediği anlardan biridir. Bu varlıklı ailenin yardımıyla, yenidünyanın dışına çıkar, sağlam bir temel eğitim alma olanağına kavuşur. Daha çocukken İngiltere, İskoçya ve İrlanda’yı gezer, Londra yakınlarındaki Stoke-Newington’da bir özel okulda eğitim görür. Eğitimi bununla sınırlı kalmaz; Amerika’ya dönünce saygın öğretmenlerden ders almayı sürdürür. 1826 yılında Virginia Üniversitesi’ne başlar. Zekâsı ve yetenekleriyle kısa sürede kendini gösterir. Ama içki, kumar gibi kötü alışkanlıkları, dik başlı kişiliğiyle de dikkat çeker. Okulda, aile içinde uyarılar, cezalar verilir, tartışmalar yaşanır. Bir yıl kadar eğitim gördükten sonra üvey babası John Allan tarafından okuldan alınır. Amerikan ordusuna yazılır. İki yıl sonra ordudan ayrılır ama ailesinin isteği üzerine West Point Amerikan Askeri Akademisi’ne girer.

Akademiye girişine kadar olan yıllarda Poe, gerek İngiltere’de gerekse Amerika’ya döndükten sonra klasik edebiyat, Latince, Fransızca, Yunanca, fizik ve matematik dersleri almıştır. Allan ailesinin ona sağladığı bu olanak dehasını gösterebileceği yaratıcı yeteneğinin daha kolay ortaya çıkmasını sağlar.

1827 yılında Tamerlane ve Öteki Şiirleri yayınlanır. Ama iki yıl sonra, şans perisinin dudaklarında Poe için parıldayan o sıcak gülümseme, bir acıya dönüşecektir.

Onu gerçek bir evlat gibi seven Frances Allan 1829da yaşama gözlerini yumar. Ve John Allan fazla zaman yitirmeden genç bir kadınla evlenir. Yeni karısından çocukları olan John Allan, toplum dışı davranışlarıyla West Point Askeri Akademisi’nden de atılan üvey oğlundan uzaklaşmaya başlar. Aile içinde yaşanan sert bir tartışmadan sonra Poe, aileden kesin olarak ayrılır. On yedi yıl sonra yine karşısına çıkan ölüm, yaşamını yeniden altüst etmiştir.

Tıpkı on yedi yıl önce anne babasını yitirdiğindeki gibi yalnızdır. Üstelik bu defa onu evlat edinmek isteyen Allan’lar da yoktur. Çeşitli işlere girer çıkar, üvey babasına mektuplar yazar. Öfkelenir, kızar, yalvarır ama hiçbir sonuç alamaz. Allan 1834 yılında Poe’ya tek kuruş bırakmadan ölür.


Sokakta bir şair

Genç şair, ayakta durabilmek için yeteneğinden başka bir dayanağı kalmadığını bir kez daha anlamıştır. Ama keşfedilmemiş bir yetenek, yerine ulaşmamış bir şişedeki mesaj kadar etkisizdir. Şişedeki mesaj yerine ulaşıncaya kadar çırpınıp durur. 1833 yılında “The Baltimore Saturday Visitor”ın açmış olduğu yarışmayı “Şişedeki Mesaj” adlı öyküsüyle kazanınca, yazın dünyasında yeni kapılar ağır ağır da olsa açılmaya başlar. Açılan kapı onu dertlerinden tümüyle kurtarmaz ama her aybaşında ücret alabildiği bir iş sahibi yapar. Böylece Poe yarışmayı kazandıktan iki yıl kadar sonra Southern Literary Messenger ‘da editör yardımcılığı yapmaya başlar. Dergi kısa sürede onun yönetiminde gelişir, güçlenir. Sanki işler yoluna giriyor gibidir. Bir yıl sonra, zaten bir süredir yanlarında yaşadığı Maria Clemm’in on üç yaşındaki kızı Virginia Clemm ile evlenir. İki yıl boyunca Southern Literary Messenger’da çalışır ve birçok öyküsü ilk kez bu dergide yayınlanır. Ancak iki yıl sonra bildik nedenlerle yöneticilerle anlaşamayarak hem dergiden, hem de Richmond’dan ayrılarak New York’a gider.

Poe bundan sonraki yaşamında kent kent dolaşır, çeşitli dergilerde editörlük ve yöneticilik yapar, konferanslar verir. Ama bildiği gibi yaşamaktan şaşmaz. Yoksulluğunun içinde bir prens gibi mağrur ve başı dik yazmayı sürdürür. Asiliği, ayyaşlığı, düzensiz yaşamı nedeniyle birçok kişinin düşmanlığını kazanır. Yoksulluğu, dış dünyaya duyduğu öfkeyle birlikte artmayı sürdürür. Öfkesi belki çevresindeki insanları uzaklaştırır ama ona, her yazar için gerekli olan yalnızlığı, tutkulu yazma hırsını sağlar. Ardı ardına öyküler, şiirler yayınlar, eleştiri yazılan kaleme alır. Yapıtları onun giderek daha çok tanınmasına yol açar. Ama ün onun geçinmek için yeterli parayı bulmasını sağlamaz. O günlerin gazetelerinde Poe’nun ve eşinin yoksulluk ve hastalık içinde süründüklerine ilişkin haberler yer almaktadır. Bu haberlerin doğruluğu, 1847 yılında genç karısı Virginia’nın ölümüyle kesinlik kazanır.

Çok sevdiği genç karısını elinden alan ölüm, on sekiz yıl aradan sonra bir kez daha Poe’nun karşısına çıkmış, yoksulluklarla, hastalıklarla, alkolizmle de olsa sürdürdüğü yaşamını yeniden altüst etmiştir. Kansının ölümünden hemen sonra ilk delirium tremens krizlerini geçirmeye başlar. Zorlu günlerle geçen iki yılın sonunda, 1849 yılının 7 Ekim günü Poe sevdiği bütün insanları çekip alan, bir anlamda onu bahtsız, yoksul, mutsuz, alkolik, ruh hastası ve aynı zamanda benzersiz bir yaratıcı yapan ölüme yenik düşer.


Ölüm ve genç kadınlar

Onun yaşamını incelediğimizde ölüme olan takıntısını daha kolay anlarız. Başarılı öykülerinden “Usher Konağı’nın Çöküşü’nde ölümün yok ettiği bir aileyi anlatırken, kendi ailesinin imgesini çizmektedir. Roderick Usher’la özdeşleşerek, bu kahramanın dış görünüşünü sözcüklerle kendi portresini çizer gibi anlatmaktan çekinmez.

Bir ölününki gibi solgun bir cilt; iri, saydam ve hiçbir şeyle karşılaştırılmayacak derecede ışıltılı gözler; oldukça ince ve solgun, fakat çok hoş bir kıvrıma sahip dudaklar; göze çarpmak isteyen ve ruhsal bir gücün eksikliğini duyumsatan güzel yapılı bir çene; pamuklu bir dokumadan daha yumuşak ve ince saçlar; şakakların üstünde aşın bir genişlemeye neden olan tüm bu yüz hatlarının hepsi, kolayca unutulmayacak bir çehre oluşturuyordu.

Kimi eleştirmenler Poe’nun ölüme olan bu takıntısını, yaşadığı dönemde tıp biliminin eksiklikleri sonucu henüz canlı olan hastaları diri gömme olaylarının yaşandığına bağlasalar da, onun derin mutsuzluğunun altındaki nedenin, çocukluğunda, gençliğinde ve olgunluk çağlarında karşılaştığı ölüm olayları olduğu açıktır. Ölüm onun yazgısına müdahale etmiş, ona güvensiz, umutsuz, yoksul ve kimsesiz bir yaşam sunmuştur. Ama bu, madalyonun bir yüzü, deyim yerindeyse Poe’nun kişisel tarihinin nesnel yönüdür. Madalyonun öteki yüzünde ise, uyumsuz, çılgın dehasıyla, olumsuzu olumluya çeviren büyük bir yazarın doğuşu vardır. Bütün o hastalık hastası haliyle, alkol batağında yüzerken, delilik krizleri geçirirken Poe kendine dışarıdan bakabilmiş, gördüklerini de duru bir nesnellik ve büyük bir yaratıcılıkla kâğıda dökerek, deliliğe ve ölüme meydan okumuştur. Ölüm duygusuyla birlikteliği öyle yoğundur ki, karısının ölümünden iki yıl önce yazdığı “Kuzgun” adlı şiirinde, onun ölümünden sonra hissedebileceği duygulan, çaresizliği, kederi, ironik bir dille anlatabilmiş, kendi korkusuyla, çaresizliğiyle, acısıyla inceden inceye alay etmekten de geri kalmamıştır.

Poe’nun ölümü yenmek için kafa yormadığını düşünmek saflık olur. Gerek ünlü şiiri “Kuzgun”da, gecenin içinden gelen uğursuz haberciyi sorgularken, gerekse “Valdemar Olayındaki Gerçekler” adlı öyküsünde bir ölüyü hipnotize ederek öteki dünyadan haberi almaya çalışırken asıl amacı ölümü alt etmenin bir yolunu bulmaktır. Ama bunun olanaklı olmadığını anladığında, ölümü yenmenin, başka bir deyişle ölümsüzlüğe ulaşmanın tek yolunun sanat olduğunu açıklamıştır. Poe’nun yapıtlarını çevirerek, Amerika dışında tanınmasını sağlayan C. Baudelaire onun ölümsüzlük hakkındaki görüşlerini şöyle açıklar:

“Bizi dünyayı ve sergilediklerini Tanrı’nın bir lütfü saymaya ve Cennet’ten bir parça olduğunu düşünmeye iten güzelliğe duyarlı o takdir edilesi, ölümsüz içgüdüdür. Önümüzde uzanan ve yaşamın açığa vurduğu her şeye karşı duyduğumuz giderilmez susuzluk, ölümsüzlüğümüzün en canlı kanıtıdır. Ruh, mezarın ötesinde yatan görkeme hem şiir aracılığıyla, hem de şiirin içinden, hem müzik aracılığıyla, hem de müziğin içinden göz atabilir ve nefis bir şiir bizi gözyaşlarının eşiğine getirdiğinde, bu gözyaşları aşın zevkin kanıtı değildirler; uyandırılmış bir melankolinin, sinirlerin bir durumunun, kusurluluğun ortasına sürgüne gönderilmiş ve hemen, bu dünyadayken, açığa çıkmış bir cenneti ele geçirmek isteyen bir yaradılışın kanıtıdırlar daha çok.”


Nefret edilen ülke

Şanssızlıklarla örülü mutsuz yaşamı bir yana, Poe yaşadığı ülkeden de nefret etmektedir. XIX. yüzyılın hızla büyüyen Amerika’sından, gelişen ekonomisinden, göçlerle artan nüfustan, halkın kabalığından, hırsından, açgözlülüğünden, toplumdaki kuralsız, hızlı değişimden, güzellik kültürünün eksikliğinden, sanat geleneğinin olmayışından tiksiniyordu. Üzerine üzerine gelen bu maddi dünya onu düşler âlemine, mistik dünyaya yöneltiyor, öykülerinde, şiirlerinde gizemli olana yer vermeye başlıyordu. İçinde yaşadığı kapitalist toplumdan hoşlanmayan Poe’nun, o sıralar filizlenmeye başlayan sosyalizme neden yönelmediği sorusu akla gelebilir. Sorunun yanıtı içinde saklıdır. Henüz bu düşünce çok gençtir. Ütopik örnekleri yaygındır.

Komünist Manifesto bile Poe’nun ölümünden bir yıl önce 1848de yayınlanacaktır. Komünist Manifesto adını özellikle andım; çünkü Marx da tıpkı Poe gibi düşündüğünü, Komünist Manifesto’da burjuvaziyi anlatırken, kâr için her türlü ahlaki değerden, her türlü güzellikten vazgeçebileceğini yazarak kanıtlıyordu. Belki zaman biraz daha geç olsaydı bu yoksul ama dâhi yazarla sosyalist düşüncenin buluşması pekâlâ mümkün olabilirdi. O sıralar Marx’tan haberi olmayan Poe sosyalizm hakkında şunları yazıyordu:

“Yeni bir felsefi tarikat şu sıralar dünyayı salgın bir hastalık gibi sardı, ki onlar ne bir tarikat oluşturduklarının farkındalar, ne de bunun sonucu olarak, henüz kendilerine bir isim yakıştırdılar. Onlar, “Eski olan her şeye inanan kişiler”dir. Başrahipleri, doğuda Charles Fourier, batıdaysa Horace Greeley; her ikisi de başrahip olduklarının pekâlâ bilincindeler, üyeleri arasındaki birleştirici tek ortak yön safdillilik: Şuna çılgınlık diyelim de işin içinden çıkalım. İçlerinden herhangi birine şuna ya da buna niçin inandığını sorun ve eğer dürüstse (ki cahil kişiler genellikle öyledirler), size Tallayrand’a İncil’e niçin inandığını sorduklarında verdiği yanıta benzer bir yanıt verecektir. “İncil’e her şeyden önce” demişti o, “Autun Piskoposu olduğum için inanıyorum; ikinci olarak, hakkında hiçbir şey bilmediğim için.” Bu felsefecilerin tartışma olarak adlandırdıkları şey “olanı reddetmek ve olmayanı açıklamak”tan başkası değildir.”

“Olanı reddetmek ve olmayanı açıklamak” aslında yapıtlarının çoğunda Poe’nun yaptığı bu değil miydi? Şiirin amacının şiirden başka bir şey olmadığını söylemesine karşın Poe’nun öykülerinde gizemli olana yönelmek, onu açıklamak, çözmek, analiz etmek duygusu alttan alta kendini hep hissettirir. Çözümleme gücüne sahip olmanın insana bambaşka bir zevk verdiğinin farkındadır. Bu zevk entelektüel faaliyetin sonucunda ortaya çıkar, yaratıcı süreçle ilgilidir ama yaratıcılığın kendisi değildir. Yaratıcılığın insana verdiği doyum başkadır, entelektüel çözümlemenin verdiği doyum başka. Ama ikisi birleştiğinde büyük yapıtları ortaya çıkaran mucizevî yöntem belirmiş olur. Poe da yapıtlarında bu yöntemi kullanır. Onun yaratıcılığını da, entelektüelliğini de kapsayan dehası böylece ortaya çıkmış olur.



Paradoksal bir zekâ

Poe’nun dehası çelişkiler, paradokslarla doludur. “Morgue Sokağı Cinayeti”nde tümüyle mantıksal çözümlemeye yaslanan yazarımız en küçük bir büyüye, mistik olana şans tanımazken, “Morella” adlı öyküsünde kahramanının ölen karısının ruhunun doğan kızında yaşadığını anlatmaktan çekinmez. “Kızıl Ölümün Maskesi”nde ölümü, dünyadan soyutlanmış bir şatoya sızan esrarengiz bir yabancı olarak betimler. Yaşamı boyunca yetmişe yakın öykü yazan Poe’da bu tür konular azımsanmayacak kadar çoktur. Bir yanda sanayi toplumunun yarattığı polisiye öyküler, öte yandan eski çağın gotik hikâyeleri. Bütün bunlar eski ile yeninin Poe’nun fırtınalı zihninde kapışmasından başka bir şey değildir. Ama şaşırtıcı yeteneğiyle her iki türde de başarılı olur. “Morgue Sokağı Cinayeti”yle ilk polisiyeyi yazan kişi olarak anılırken, korku öyküleriyle yazın dünyasına tuhaflığı, ürkünç olanı katar.

Poe bir yanıyla yaşadığı çağdan nefret etmektedir. Onu maddileşmekle, incelikleri, güzellikleri, törensel olanın büyülü çekiciliğini öldürmekle suçlamaktadır. Ama öte yandan yeni olanın çekiciliğine de kapılmaktan kendini alamamaktadır. Okul sıralarından beri fizik ve matematik en sevdiği dersler arasında yer almıştır.

Bilime yatkınlığı öyle fazladır ki “Hans Pfaall’ın Duyulmadık Serüveni” adlı öyküsünde Jules Verne’den yıllar önce Ay’a yolculuğu anlatabilmiştir. Hem de sayfalar dolusu bilimsel açıklamalar yaparak. “Morgue Sokağı Cinayeti”nin girişi de sanki bir mantık dersi verilir gibi kaleme alınmıştır. Ama yine de bir bilim adamıyla sanatçının çok farklı düşünce yöntemleri olduğunu bilir. Matematikten bahsederken sınırı aşmaz. “Çalman Mektup” adlı polisiye öyküsünde kahramanı Dupin’i şöyle konuşturur:

“Yanılıyorsun; onu iyi tanırım; hem matematikçidir, hem de şair. Hem şair, hem de matematikçi olduğundan, akıl yürütme yetisi gelişmiştir, yalnızca matematikçi olsa, hiç akıl yürütemezdi…”

Çok etkilendiği bilim bile onda ancak sanatın malzemesi olarak vardır, tıpkı korkulan, mistik inanışları gibi. Poe, gotik, korku ve polisiye öykü yazan olarak bilinir ama öyküleri çok daha geniş bir yelpazeye yayılmıştır. “Usher Konağı’nın Çöküşü”, “Kızıl Ölümün Maskesi”, “Morella” gibi gizemli korku öyküleri; “Ma-elström’e Dönüş”, “Şişedeki Mesaj” gibi doğal felaketleri anlatan öyküleri; “Valdemar Olayındaki Gerçekler”, “Hans Pfaall’ın Duyulmadık Serüveni” gibi bilimkurgu öyküleri; “Morgue Sokağı Cinayeti”, “Çalman Mektup”, “M. Roget’nin Gizemi” gibi polisiye öyküler; “Amontillado’nun Fıçısı”, “Aksak Kurbağa”, “Kara Kedi”, “Geveze Yürek”, “Berenice” gibi intikam öyküleri. Bunların içinde ölü gelinlerin bulunduğu bir başka öbek öyküden daha söz etmeliyiz.


Ölümün gülkurusu rengi

Öyküde tek etki yaratma düşüncesinden hareket edilmesini ister Poe. Ancak öykülerin sayısı artıkça yazarın okuru etkileyeceği konuyu da farklılaştırması gerekmektedir. Kendisi de bunu yapar zaten. Bu yüzden öykülerini farklı başlıklar altında toplamak olanaklıdır. Ancak vazgeçemediği, dönüp dönüp yeniden yazdığı bir konu vardır ki o da ölü gelinler, ölü genç kadınlardır, “Usher Konağı’nın Çöküşü”nde, “Oval Portre”de, “Dikdörtgen Sandık”ta, “Morella”da onları anlatır. Şiirlerinde de ölü genç kadınları anlatmayı sürdürür: “Annabel Lee” ve “Kuzgun” adlı şiirleri genç yaşta göçmüş gitmiş sevgiliye ağıtlarla yüklüdür. Ölü genç kadın izleğinden vazgeçememesi, yazımın başında belirttiğim gibi Poe’nun yaşamında çok önemli yeri olan üç kadının; annesi Elizabeth’in, üvey annesi Frances’in ve karısı Virginia’nın ölümlerinin ruhunda yarattığı deformasyondan kurtulamamasında yatmaktadır.

Poe’da kadın aşkı, tanrısal aşkla birbirine yakındır. Bu yakınlaşmayı sağlayan da ölüm olgusundan başkası değildir.

“Tanrısal tutku, şiirlerinde göz kamaştırıcı, yıldızlı ve çaresiz bir melankoliyle her zaman örtülü olarak ortaya çıkar. Makalelerinde kimi zaman aşktan söz eder ve hatta adı kalemin ucunu titreten bir şey gibi. “The Domain of Amheim”de mutluluğun dört temel koşulunun; açık havada yaşamak, bir kadının aşkı, her türlü ihtirastan uzaklaşmak ve yeni bir güzelliğin yaratılması olduğunu öne sürecektir. Poe’nun kadınlara olan şövalyece saygısına ilişkin Madam Frances Osgood’un düşüncesini destekleyen şey, groteske ve iğrençliğe olan şaşılacak yeteneğine rağmen, bütün eserlerinde şehvetliliği ya da hatta tensel zevkleri ele alan tek bir bölümün bile olmamasıdır. Kadın portreleri, sanki hale ile çevrilidir; doğadışı bir sis içinde parlarlar ve tutkun birinin tumturaklı tarzında çizilmişlerdir. Hayalperest mizacının onu içine attığı kimi önemsiz küçük şiirsel olaylara gelince, belki de temel özelliği güzelliğe susamışlık olan bu kadar canlı bir varlığın, zaman zaman, tutkulu bir istekle çapkınlığı, tercih alanları şairlerin beyinleri olan bu volkanik ve misk kokulu çiçeği iş edinmesinde şaşkınlığa düşecek bir neden var mı?”


Yazmak tek kurtuluş yolu

Poe’nun kadınlara özenli yaklaşmasının nedeni sevdiği kadınların erken ölümlerinden başkası değildir.

Sevdiği ölü kadınlar şairimizin olaya mistik bir saygıyla bakmasını sağlamaktadır. O, en çok ihtiyaç duyduğu anda yitirdiği kadınlarıyla yapıtlarında buluşmaktadır. Ama hayali bir iyimserlikle değil, gerçekliğin olanca çarpıcılığıyla.

Onların ölümleriyle tekrar tekrar yüzleşerek. Tıpkı öykülerinde olduğu gibi onların tabutlarını tırmalayan tırnaklarının sesini kulaklarında duyarak, kıpırdanışlarını hissederek ve bu korkuyla beti benzi atmış bir halde titreyerek. Bu öyküleri yazmanın Poe’nun ruh sağlığını bozduğunu, onun delirme sürecini hızlandırdığını, daha çok içmesine yol açtığını söyleyenler çıkabilir. Oysa yazmak Poe için tek kaçış yolu, tek kurtuluş umuduydu. Çevresini kuşatan maddi dünyanın anlamsızlığından, yeteneksiz edebiyatçıların kurduğu erkin acımasız cenderesinden, kendi acılarından ancak yazarak uzaklaşabiliyordu. Yazmak, soluk alabileceği, heyecan duyabileceği, kendini bulabileceği yeni bir dünya yaratmak demekti. Her şiire ya da öyküye başladığında içinde yaşadığı çıkar dünyası siliniyor, harflerin arasından açılan gizemli bir yolla kendi düşlerindeki gerçek dünyaya ulaşıyordu. Düşler Poe için o kadar önemliydi ki felsefi yapıtı Eureka’nın girişine şunları yazmıştı: “Bu kitabı, düşlerin tek gerçeklik olduğuna inananlara adıyorum.” Belki korkulan, açılan bu düşler dünyasında da onu yalnız bırakmıyordu ama bu onun dünyasıydı. Bu dünya aracılığıyla birçok yazarın fark etmediği insana ilişkin bir başka gerçekliği yakalıyordu. İçimizdeki kötülüğü, yıkıcılığı, nefret duygusunu olanca açıklığıyla aktarmaya başlıyordu. “Kara Kedi”de, “Berenice”de, “Geveze Yürek”te saf kötülüğü, ancak öldürmekle yatışan duyguları aktararak insan gerçeğinin bambaşka bir yönüne ışık tutuyordu. Bu anlamda Marquis de Sade’nin düşüncelerine bir ölçüde yakınlaşırken, ayrıksı şair Baudelaire’e, insan psikolojisini derinlemesine yansıtacak olan Dostoyevski’ye de öncülük ediyordu. Bunu yaptığı için de dönemin “saygın” edebiyat çevrelerince çöküş edebiyatı yaptığı öne sürülerek suçlanıyor, tepki görüyordu.

Poe bunların hiçbirine kulak asmayıp kendi bildiği yolda yürüyerek, çizgileri, sesleri, renkleri, kokulan ve ruhu kendisine ait dünyalar kurmayı sürdürüyordu. Onun dünyasında renkler solgundu, etraf korkulu bir kederle kaplıydı, bakılan her yerde ölüm seziliyor, hafiften bir çürüme kokusu geliyordu ama Poe orada mutluydu. Belki de mutlu olduğu tek yer orasıydı, beynini alkolle uyuşturduğu anları saymazsak.

Poe’ya yapılan suçlamaların başında ayyaş olması gelir. Gerçekten de şair sıkı bir içicidir. “Kuzgun” yayınlandığında, herkes onu konuşurken, o sarhoş bir halde Broadway’den geçerek evine gider. Zamanın saygın sanat çevreleri ölümünden önce de sonra da onu küçümsemek için sık sık bu zaafını dile getirmişlerdir. Onu savunmak yine Baudelaire’e düşüyor:

“Poe’nun sarhoşluğu hafızaya yardımcı bir araçtı, bunun bir çalışma yöntemi, enerjik ve ölümcül ama tutkulu doğasına uygun bir yöntem olduğu kanısındayım. Şair, titiz bir edebiyatçının not defterlerini tutmayı öğrenmesi gibi içmeyi öğrenmişti. Olağanüstü güzel ya da korkutucu görüntüleri, önceki bir fırtınada rastlamış olduğu incelikli düşünceleri yeniden bulma isteğine karşı koyamıyordu; onu zorunlu olarak çeken eski bilgileriydi ve onlarla yeniden ilişki kurmak için en tehlikeli ama en dolaysız yolu tutuyordu. Bugün bize zevk veren şeylerin bir bölümü onu öldürmüş olan şeylerdir.”

Ancak Baudelaire’in bu savunusunda biraz abartı vardır. Poe’nun yalnızca zihnini açmak, yeteneğini harekete geçirmek için içtiğini söylemek pek doğru olmaz. Zaten Poe da ayyaşlığından rahatsızlık duyuyordu. “Kara Kedi” adlı öyküsünde, “Hangi hastalık alkolle kıyaslanabilir” diye dert yandığı görülür. Poe içiyordu çünkü içki, tıpkı sanat gibi onun varoluşunun temel dayanaklarından biriydi. Bu dayanak sonunda onun bedenini yok oluşa sürüklese bile. 1849 yılının 3 Ekiminde sabaha karşı Baltimore kaldırımlarına yığılıp kalıncaya kadar bu iki dayanaktan; sanattan ve içkiden vazgeçmedi.


Belki çok genç yaşta yaşama gözlerini yumdu ama özgün bir kişilik, kalıba dökülmeyen bir ruh, cesur ve yetenekli bir yaratıcı olarak insanlığın ortak belleğinde yer etmeyi başardı. Ama bundan daha önemlisi insanlığın üzerine giydirilmeye çalışılan sahte erdemlerle süslenmiş, o pembe elbiseyi sıyırıp atması, yüreğimizdeki karanlık kıyıyı bize göstermesiydi.

Uygarlığımızın ulaşmış olduğu yıkıcılığı gördükten sonra, Poe’yu çok daha iyi anlıyor insan.

 -Ahmet Ümit-

Kaynak: Cumhuriyet Kitap (07.10.1999)

7 Temmuz 2012 Cumartesi

Kitap 235’inci İhtiyaç


Demokrat Eğitimciler Sendikası’nın (DES) ‘Okuma Alışkanlığı’ raporu, Türkiye’nin kitap ve okuma kültüründe sınıfta kaldığını gözler önüne serdi.

Rapora göre, Türkiye’de kitap, genel ihtiyaç maddeleri sıralamasında 235’inci sırada yer alıyor. Türkiye’de okunan kitaplar genellikle ‘siyaset, aşk, cinsellik’ konularını işliyor.

10 yılda 1 kitap Türk halkı, kitap okumaya yılda yalnızca 6 saat ayırıyor. Türkiye, kitap okuma konusunda çoğu Afrika ülkelerinin gerisinde kalmış durumda. Japonya’da toplumun yüzde 14’ü, Amerika’da yüzde 12’si, İngiltere ve Fransa’da yüzde 21’i düzenli kitap okurken, Türkiye’de yalnızca 1000’de 1 kişi kitap okuyor. Bir Japon yılda ortalama 25, bir İsviçreli yılda ortalama 10, bir Fransız yılda ortalama 7, bir Türk ise 10 yılda ancak 1 kitap okuyor.

DES Genel Başkanı Gürkan Avcı, raporun detaylarına ilişkin şu bilgileri verdi:
İran’dan geriyiz “2007 yılı rakamlarına göre, Türkiye’deki kütüphanelerde 13 milyon kitap olmasına karşılık, Bulgaristan’da 46 milyon, Rusya’da 739 milyon, Almanya’daki kütüphanelerde 104 milyon kitap mevcut. Türkiye’de kütüphanelere kayıtlı üye sayısı 493 bin 500 iken, İran’da 7 milyon, Fransa’da 16 milyon, İngiltere’de 35 milyon kütüphane üyesi bulunuyor. 95 kişiye bir kahvehane Almanya’da 7 bin 500 kişiye 1 kütüphane düşerken Türkiye’de 68 bin 500 kişiye 1 halk kütüphanesi düşmektedir. Öte yandan Türkiye’de 95 kişiye bir kahvehane düşüyor. Almanya’da halk kütüphanelerinde çalışan kütüphaneci sayısı 8 bin 337, Fransa’da 7 bin 88, İngiltere’de 6 bin 978, İspanya’da 3 bin 794, Türkiye’de sadece 333 kişidir.”


Kaynak: Hürriyet Gazetesi (07.02.2012)

5 Temmuz 2012 Perşembe

Motosikletin Tarihi: Motor Aşkı Nasıl Başladı?

Tarihte motosikletin izine düştüğümüzde, kendimizi 130 yıldan da eski zamanlarda buluruz. Öyle ya, Daimler ilk benzinli motosikleti yapmıştır ama benzinden önce kullanılan başka enerji kaynakları da vardır, buhar gibi… İlk motosikletler ya da “motorlu bisikletler”, dönemin bisikletlerinin yapılarını temel alarak ve bunlara kömürle çalışan bir buhar motorunun eklenmesiyle oluşturulur…

İlk motosikletlerin -kabaca- dönemin bisikletlerine bir buhar makinesi eklenerek oluşturulduğunu söyledik. Aslında, tarihe, biraz motosikletlerin lehinde bir esneklikle bakıldığında, ilk bisikletlerin ortalarda görülmesiyle bunlara motor eklenmesi arasında, tahmin edilebileceğinden daha kısa süreler bulunduğu görülür.

Bisikletlere, her ne kadar Leonardo da Vinci’nin 1490 tarihli çizimlerinde rastlansa da, -bu çizimlerin da Vinci’ye ait olduğu da tartışmalıdır- bisikletlerin vücut bulması için, bunun üzerinden 300 yıl geçmesi beklenmiştir. Fransız zanaatkar de Sivrac’ın, “Célériféré” olarak adlandırılan tasarımı, sadece iki tekerleğin bir direkle birleştirilmesinden ibarettir. Alman Baron Karl von Drais’in ‘koşma makinesi’ olarak anılan ve “Draisienne” olarak adlandırılan tasarımı ise, bir ulaşım aracından çok, üst sınıftan gençler için bir eğlence aracı olmuştur. Böyle olsa da Draisienne, pek çok kişi tarafından ‘bisikletin atası’ olarak gösterilir.

Elbette ki, tarihin kayda düşen kısmından söz ediyoruz. Metal aksamıyla, zincir ve pedal sistemleriyle, yani bugünkü anlamıyla bir bisikletin yapılabilmesi o zamanlar için, bazı teknik kısıtlamalar sebebiyle pek mümkün olamasa da, Célériféré benzeri bir tasarımın, ondan çok daha önce yapılmış olması kuvvetle muhtemeldir.


Dünyanın ilk motosikleti Daimler Reitwagen
Böyle düşününce, aklı biraz havada bir kişinin de, o dönemlerde çok popüler olan buhar makinesini, bu koşma makinelerine entegre etmeyi düşünmüş olması gerekir. Zira Londra’daki Bilim Müzesi’nde bulunan ve 1818 yılına ait olduğu söylenen bir çizim, arka kısmına, üzerinde oturan insanın boyuna yaklaşan ve üzerinden buram buram duman tüten bir buhar makinesinin entegre edildiği bir Draisienne’ı gösterir. Böylesi bir tasarım, elbette ki ticari bir değer kazanmaz…




“Çılgın mucitlerin garip örnekleri” arasında boğulmaktansa, zamanı biraz ileri saralım ve ayağı daha fazla yere basan, öncü tasarımlara gelelim…

Bisikletin tarihinde çok önemli bir yere sahip olan Fransız Pierre Michaux ile oğlu Ernest Michaux’nun 1850’li yıllarda geliştirdiği ünlü “Velocipede”ini (velespit) temel alarak, 1860’lı yılların ikinci yarısında, Almanya ve Amerika’da yapılan buharlı velespitlerde, buhar makinesi önceki denemelere oranla oldukça küçülmüştür.  Eğer buharla çalışan ve iki tekerlekli bir taşıtı motosiklet kabul edecek olursak, 1868 yapımı Michaux-Perreaux buhar bisikletini dünyanın ilk motosikleti kabul etmek gerekecektir.   Bu motosikleti 1869 yılında ABD’li Sylvester Howard Roper tarafından yapılan ve yine buhar gücüyle çalışan motosiklet izleyecektir. Ancak uzun vadede motosikletler, Daimler’in tasarımı üzerine gelişecektir. Gottlieb Daimler (1834-1900) ismi aslında otomobil tarihiyle bütünleşmiştir. Aslında, ilk benzinli motosiklet de, motorlarını test etmek için düzenledikleri deneylerin bir ürünüdür…

Daimler önceleri, Etienne Lenoir’in iki zamanlı içten yanmalı motorunu geliştirerek, sonradan yapılan tüm otomobil motorlarının dayandığı ilkeleri barındıran ilk dört zamanlı içten yanmalı motoru geliştiren Nikolaus Otto’nun Deutz’da kurduğu gaz motoru fabrikasında teknik yöneticilik yapmaktadır. Daimler, araştırma asistanlarından Wilhelm Maybach ile taşıt araçlarını yürütmede çok etkin olabilecek içten yanmalı motorun gücünü kavrar ve çalışmalarını bu doğrultuda yoğunlaştırır. Bu konuda Otto ile görüşleri çakışınca, işten ayrılarak kendi atölyelerini kurarlar.

Daimler ve Maybach, atölyelerinde dört zamanlı Otto motorunu temel alarak benzinle çalışan, hafif ve yüksek hızlı bir motor üzerinde yoğunlaşır. Daimler’in, Otto’nun yanında çalışırken yaptığı benzinli motorlar, dakikada 130 devir yapmaktaydı. Oysa geliştirdikleri yeni motor, dakikada tam 900 devir yapabilmekteydi.

Daimler Reitwagen: Dünyanın Modern Anlamda İlk Motosikleti

 

Daimler ve Maybach, geliştirdikleri bu yeni motoru, çocuk bisikletlerindekine benzer şekilde, küçük denge tekerlekleri olan tahta bir bisiklete monte ederek ilk deneylerini yaparlar. Böylece, amaç farklı da olsa, 1885 yılında modern anlamda dünyanın ilk motosikleti sayılan “Daimler Reitwagen”  ortaya çıkar.  Buharla çalışan öncüllerinin aksine içten yanmalı bir motora sahip olan bu ilk motosikletin hava soğutmalı motorunun hacmi 264 cc’dir ve azami olarak 11 km/saat hıza ulaşabilmektedir.   İşte bu yüzden Daimler, çoğu kişi tarafından “motosikletin babası” olarak anılır. Gottlieb Daimler’in 17 yaşındaki oğlu Paul ise modern motosikleti kullanan ilk kişi olarak tarihteki yerini alır.

Harley Davidson

İlk modern motosiklet üretilmiştir; ancak bugün bildiğimiz anlamından oldukça uzaktadır. Her şeyden önce bu motosiklet ahşaptan yapılmıştır. İyi-kötü bir motor üretilmiştir; ancak onun, bildiğimiz motosikletlere yaklaşabilmesi için, daha ince ve hafif metal konstrüksiyonların, yükü taşıyabilecek kadar kuvvetli ve ince yapıda zincir ve dişli sistemlerinin, daha konforlu ve güvenli bir sürüşü olanaklı kılan şişme lastiklerin ekonomik bir şekilde üretilebilmesi gerekmektedir, Nitekim üretilir de… 1888 yılında John Boyd Dunlop’ın ilk “pnömatik lastiği” bulmasıyla yoldan kaynaklanan ve sürücüyü rahatsız eden sarsıntıların büyük bölümü ortadan kalkar.  Ve bu sayede, yüzyılın sonuna doğru motosikletler, ticari bir ürün haline gelerek yaygınlaşır…

1894’te Hildebrand ve Wolfmüller’in Almanya’da aldıkları patent, motosikletlerin ticari bir ürün haline gelmesindeki ilk adımdır. Dünyanın ilk seri üretim motosikleti olan Hildebrand ve Wolfmüller, 1.489 cc su soğutmalı motoru ile 45 km/saat hıza erişebilmektedir. Bir sonraki yıl, Fransız şirket De Dion Bouton, motosikletlerin kitlesel üretimi ve yaygınlaşmasında büyük payı olan bir motor üretir. Bu küçük, hafif, yüksek devirli ve dört zamanlı motor, birçokları tarafından tüm motosiklet motorlarının anası olarak gösterilir. Bu motor, bundan sonra geliştirilecek ve büyük ticari başarılar kazanacak olan ABD’deki Indian ve Harley-Davidson da aralarında olmak üzere, çoğu motosiklet üreticisi tarafından taklit edilir. Bu iki şirket, kelebeğin ve tutuşma zamanının erken ya da geç olmasının ayarlanabilmesini denetim altına alınmasına olanak veren gidonlardaki döner kumanda sapının kullanılmasına öncülük etti.

Motosikletin Bir Yaşam Biçimine Dönüşmesi

 

Che Guevara ve motosiklet
20. Yüzyıl’ın başlarında, motosikletlerin yaygınlaşması için gereken ortam sağlanmıştır. Bunun yanında, saflar da keskinleşmiştir. Otomobil üreticileri kendi yollarında ilerlerken, motosiklet üreticileri de kendi yollarını belirler. Atlantik’in öte yanındaki ilk ticari üretimi, 1895’te, Massachusetts’te bulunan Metz firması, Orient-Aster adını verdiği modelle gerçekleştirir. Artık, motosiklet üretiminde önderliği ABD alacaktır. Excelsior, Indian, Pierce, Merkel, Schickel ve Thor gibi çeşitli firmalar ortaya çıkar. Bu firmalar arasında özellikle, 1903’te, William Harley ve arkadaşları Arthur ve Walter Davidson tarafından kurulan Harley-Davidson Motor Şirketi, bazı motor tutkunları tarafından efsaneleştirilir ve hâlâ geçerliliğini korumak üzere, en güçlü Amerikan ikonları arasındaki yerini alır…



Motosiklet kullanımı, 1910’lardan sonra epey yaygınlaşır. 1. ve 2. Dünya Savaşlarında motosikletler bir askeri araç olarak kullanılır. 1. Dünya Savaşı’na kadar yıllık 20.000 motosiklet üretimiyle en büyük motosiklet üreticisi unvanını elinde bulunduran Indian, 1920 yılında bu unvanını ürünleri 67 ülkede satılan Harley-Davidson’a bırakır. Savaştan sonra, motosikletler yaygınlaşmaya devam ederken, kullanım alanları çeşitlenir. Spor motosikletlerin yanında, zaman zaman yanma takılan sepetlerle çeşitli ticari işlerde ve kamu görevlerinde motosikletler çokça kullanılır. 1930’ların başında DKW, 1950’lerde BSA Group, 1955’ten 1970’e kadar NSU dünyanın en büyük motor üreticileri unvanını sırayla taşır.

Motosiklet satışları en büyük patlamasını tüm dünyada devrim rüzgarlarının estiği 1960’lı yıllarda özellikle Honda’nın ABD’deki reklam kampanyası ile yaşar. 1962 yılında “Honda ile güzel insanlarla tanışırsınız” sloganıyla başlayan bu kampanya ile Honda; toplumda klişeleşmiş asi, isyancı, antisosyal motosikletçi imajını yıkarak motosikletin herkes için olduğunu iddia eder. Sonuç oldukça başarılıdır. 1955 yılında kurulan bu küçük Japon markası yalnızca üç yıl içinde ABD’de 90.000 motosiklet satar. Tüm ABD’deki motosiklet sayısı ise bu üç yıllık dönemde tam iki katına çıkar. 1965 yılında yaklaşık 645.000 olan ABD’deki motosiklet sayısı, Honda’nın başlattığı rüzgar ile 1975 yılında 5 milyonu aşacaktır.

Günümüzde motosiklet piyasası Harley Davidson, BMW ya da Ducati  gibi istisnalar haricinde büyük oranda Honda, Yamaha, Kawasaki, Suzuki gibi Japon firmaların egemenliği altındadır. Az gelişmiş ülkelerde ucuz ve düşük hacimli motora sahip motosiklet piyasasında ise en büyük oyuncu Hindistanlı firmalardır.

Bugün kimilerine göre “özgürlüğün simgesi”, kimilerine göre “bir yaşam biçimi”, kimilerine göre “ekmek teknesi”, kimilerine göre ise, karışık şehir trafiğinde, otomobillerin arasından sıyrılıp gitmeye yarayan pratik bir araç motosiklet… Artık -bazı bilinçli müdahaleleri saymazsak- eski modellere göre son derece sessiz, hafif ve hızlılar. Hatta bazıları, olması gerektiğinden de hızlı…


Kaynak: http://www.serenti.org/

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Solvay Hut

İsviçre Alpleri’nde bulunan Matterhorn dağının yüksek yamaçlarında kurulan ve acil durumlarda dağcılara barınak sağlayan 4.003 metre yükseklikte Solvay Hut isimli kulübe...

3 Temmuz 2012 Salı

Okuyarak Kefalet Ödeme


Her kitap 4 gün demek

Reuters haber ajansının haberine göre Brezilya'da federal mahkeme yetkilileri, tutukluların cezalarını azaltabilmeleri için harika bir yol bulmuş: 
Okunan her kitap, hapis cezasını 4 gün kısaltıyor.

Hükümetin yaptığı açıklamaya göre, Brezilya'nın en azılı suçlularının bile faydalanabileceği bu uygulamada, mahkumlar edebiyattan felsefeye, bilimden klasiklere kadar yılda 12 eser okuyup maksimum 48 güne kadar cezalarını azaltabilecekler. 
Mahkumlar her bir kitabı dört haftalık bir süre içinde bitirmeli ve “imla kurallarına uygun, dile hakim, okunaklı” bir makale yazmalılar. 

Karara göre cezaevlerinde hangi mahkumların “Okuyarak Kefalet Ödeme”ye uygun olduğuna karar veren bir kurul olacak. Cezaevleri için kitap bağışı projesinin başında bulunan Sao Paulo'lu avukat Andre Kehdi, “Buradan çıkan bireyler daha aydınlanmış ve daha geniş bir dünya görüşüne sahip olarak ayrılacaklar” dedi. 


Kaynak: Radikal Gazetesi (28.06.2012)

2 Temmuz 2012 Pazartesi

Kim Bu Elder'lar?


Prometheus, ülkemizde 1 Haziran 2012′de vizyona girdi. Filmi çok sevenler olduğu gibi hiç sevmeyenler de oldu. Bir de arada kalanlar var tabii. Öyle ya da böyle çok zamandır böylesine tartışma ortamı yaratan bir yapımdan mahrum kalan sinefil bünyelere iyi geldiğini itiraf etmek durumundayız. 

Geçen hafta 'prometheusforum.net' isimli sitede Prometheus’un giriş sekansına ait ilginç fotoğraflar yayınlandı. Son kertede kurgunun kurbanı olan bu görüntülerde elder’ları (şimdilik böyle isimlendiriliyorlar) ilk kez görme şansına eriştik. Nasıl insanlar android David’i yarattıysa, Engineer’ların da bu elder’lar tarafından yaratıldığı iddiası elimizdeki kısıtlı veriler çerçevesinde en mantıklı tahmin gibi duruyor. Muhtemelen devam filminde elder’lar hakkında daha geniş bilgiye sahip olacağız. Bu arada giriş sekansına ait kesilmiş bölümler hakkında bir açıklama yapılmadı. Bu görüntüleri ya Prometheus’un uzatılmış versiyonunda ya da devam filminde izleyeceğiz gibi görünüyor.

Aşağıda giriş sekansına ait kesilmiş görüntülerin yanı sıra Matthew Rook tarafından canlandırılan elder’a ve Ian Whyte tarafından canlandırılan ve filmin sonlarına doğru uyanan Engineer’a ait sahne arkası fotoğrafları bulabilirsiniz. Makyaj ve kostüm hazırlıklarına ait detay fotoğraflar bir hayli ilgi çekici.



























Kaynak: Murat Kızılca