11 Kasım 2012 Pazar

Modernleşme Projesinin Hayalkırıklığı: Oğuz Atay ve Tutunamayanlar



 

Kendime yeni bir önsöz yazmak istiyorum. Yeni bir dil yaratmak istiyorum. Beni kendime anlatacak bir dil. Çok denediler, efendimiz. Allah’tan, ne denediklerini bilmiyorum, Olric. Hiçbir geleneğin mirasçısı değilim. Olmaz, diyorlar. İsyan ediyorum. Az gelişmiş bir ülkenin fakir bir kültür mirası olurmuş. Bu mirası reddediyorum Olric. Ben Karagöz filan değilim. Herkes birikmiş bizi seyrediyor. Dağılın! Kukla oynatmıyoruz burada. Acı çekiyoruz. Kapı kapı dolaşıp dileniyoruz. Son kapıya geldik. İnsaf sahiplerine sesleniyoruz. Ey insaf sahipleri! Ben ve Olric sizleri sarsmaya geldik. (s541)


Türk edebiyatında yazılmış en ilginç ve etkili romanlardan birinden bu alıntı. Tutunamayanlar’dan. Oğuz Atay’ın başyapıtı diyebileceğimiz bu roman eklektik yapısı ve metinlerarası özellikleri nedeniyle kimilerince postmodern olarak değerlendirilirken bazen de deneyselciliği önplanda tuttuğu için modernist olarak sınıflandırılır. 70li yıllarda yayınlandığında özellikle biçimsel farklılığı nedeniyle kıyasıya eleştirilmiş olan Tutunamayanlar o günden bugüne bir kült esere dönüşmüştür. Sağlığında bu derece önem kazandığını göremeyen Oğuz Atay hayalkırıklığı içinde göçüp gitmiştir. Ancak bu hayalkırıklığı onu son ana kadar üretmekten, yazmaktan, araştırmaktan alıkoymaz; çünkü yeni bir edebiyatın peşinde olduğunun ve onu reddetmek için bekleyen entelijensiyanın yetersizliğinin son derece farkındadır:


Birinci sınıf matematikçi olma yolunda bu iki müstesna genç, lisede matematikten belge almış bir edebiyatçının hakimiyetine boyun eğemez. Napolyon gibi gururla söyleyebiliriz: “Bizim asaletimiz, bizimle başlar.” Anlaşılmamak korkusuna gelince; bir edebiyatçının meseleleri de –günlük yaşantının nakledilmesi dışında- halk için, bir matematikçinin denklemleri kadar, belki de daha soyut kalır. (s66)


Ancak yeni bir edebiyat anlayışını ortaya koymak o kadar da kolay bir mesele değildir. Oğuz Atay bir mühendistir ama aynı zamanda sıkı bir edebiyatçıdır; yaratmakta olduğu eserin o dönemin kültürel iklimine ters bir noktada olduğunun da farkındadır. Mevcut edebiyat ortamının onun sesini boğmasından, çabalarını boşa çıkarmasından, edebiyat alemine almamasından endişe duymaktadır:


Dur bakalım, dur bakalım hele. Öyle kolay değilmiş, değil mi? Kolay olsaydı biz yapardık. Yapmadığımıza göre, bizim de kendimize göre bir bildiğimiz var. Biz de okuduk onları. Onlardan, dediğin anlam çıkmaz. Çıksaydı biz bilirdik senden önce. Hepimiz birbirimize tanıklık ederiz. Sana kim tanıklık edecek? (s388)


Evet Oğuz Atay’ın önemli bir edebiyatçı olduğuna tanıklık edilmesi için gerçekten de epeyce bir zaman geçmesi gerekti. Peki neydi Oğuz Atay’ı bu derece önemli kılan? James Joyce, Virgina Woolf, Vladimir Nabokov, Franz Kafka gibi yazarlardan etkilenerek bilinçakışına ağırlık veren deneysel romanlar yazması mı? Kırsal kesimlerdeki feodal düzeni eleştiren ya da taşradan kente göçün sorunlarını işleyen daha sosyolojik analizlere dayalı bir edebiyatın geçerli olduğu dönemde kentte yaşayan, iyi eğitim almış küçük burjuvanın yaşantısını anlatması mı? Yoksa yine dönemin ana akımı sayılabilecek toplumcu gerçekçi romancılar gibi “olumlu kahramanlar” üzerinden toplumsal bilinçlenmeye hizmet eden romanlar yerine Kafkaesk çıkışsızlıklardan ve varoluşsal sorunlardan söz eden antikahramanlar yaratması mı? Oğuz Atay’ı önemli kılan unsurlar içinde hepsinin payı olduğu kesindir. Ama bence Oğuz Atay ve yazdığı tüm karakterlerin temel meselesi hayalkırıklığı ve bu hayalkırıklığının nedenleriyle hesaplaşmadır. Sadece edebiyatının kabul görmemesinden veya anlaşılamamaktan duyduğu bir hayal kırıklığı değildir bu; çünkü yazdıkları zaten bu ortamın sert eleştirisini içerdiği için hemen büyük bir kabul görmeyeceği bellidir. Edebiyat eleştirmeni Jale Parla’nın işaret ettiği gibi “büyük romanlar kendilerinden önceki roman geleneğine bir başkaldırıdır.” Bunu tüm yazarlar içten içe bilirler, ama aralarından bazıları çabuk başarıyı ellerinin tersiyle itmeye, piyasanın isterlerine sırtını dönmeye ve yaratıcılığın gizemli ama tehlikeli coğrafyasına adım atmaya cesaret ederler. Atay’ın o yazarlardan biri olduğu açıktır. Dolayısıyla asıl hayal kırıklığı bu değildir. Daha doğrusu eserlerinin kalbindeki hayalkırıklığının nedeni anlaşılmamak ve kabul görmemek değildir. Hem evrensel düzeyde, hem de yerel olarak modernleşme projesinin beklenenleri verememesinin yarattığı bozgundur.

Batı aydınlanması insanlığın perişanlığının kökeninde akıldışı inançların ve köhne dogmaların olduğunu, gerçek mutluluğun ve refahın akıl yoluyla kavranan bir dünyanın dönüştürülmesiyle elde edileceğini vaat etmişti. 19. Yüzyıla gelindiğinde Batı’da ve Osmanlı’da bu bakış açısına uygun modern devlet organizasyonları kurulmaya başlanmış, bilim ve teknoloji hızla gündelik hayatı kolaylaştırmaya ve dünyayı olumlu yönde değiştirmeye hizmet eder olmuştu. Ancak bu iyimser hava 20. yüzyılda arka arkaya yaşanan dünya savaşlarıyla ve 1945′de ortaya çıkan Nazi soykırımı ile yerini bir kabusa bıraktı. Refah ve mutluluk getireceği düşünülen bilim ve teknoloji dünya tarihinde görülmemiş silahlarla eşi benzeri olmayan katliamlara hizmet eder oldu. Dolayısıyla bilime ve akılcılığa olan güven yerle bir olurken modernlik düşleri büyük bir hayalkırıklığıyla sonuçlandı. Oğuz Atay bir mühendis ve bir bilim insanı olarak bir yanıyla pozitivizmin temel düşüncesine bağlı kalmayı sürdürüyor ama öte yandan modernliğin kabusu denilebilecek olumsuzlukları da biliyordu. Dolayısıyla tüm yapıtlarına sinen kinik (cynical) tavır bu çıkışsızlıktan kaynaklanıyordu. Kahramanlarının aklın sınırlarına yaklaşan manik-depresif ve hatta şizofrenik hallerinin ardında modern dünyanın bunalımı vardı.


Oğuz Atay’ın okurlarla tam anlamıyla buluşması 80li yıllarda gerçekleşti. Askeri darbe ile ezilen sol düşüncenin dağılması insanlarda bir hesaplaşma ve gözden geçirme ihtiyacı doğurdu. O zaman da Atay’ın yapıtlarındaki acımasız eleştiri önem kazandı. Yapıtlarında sadece modernlik felsefesini değil ama aynı zamanda Türk kimliğini, Türk aydınını da kıyasıya eleştiriyordu. Modernlik bu coğrafyada da Avrupa’da olduğu gibi 19. yüzyılda başlamış, hemen hemen tüm kurumları 1839′dan itibaren elli yıl içinde kurulmuştu. Ancak Osmanlı devleti dünyada yükselen milliyetçilik hareketleriyle dağılmış, Avrupa’da etkin rolü olan bir imparatorluk olmaktan çıkmış, yerini pozitivist ulusal cumhuriyete bırakmıştı. Cumhuriyet’in vaadi etnik olarak homojen bir ulus devlet yaratmanın yanı sıra aydınlanma projesine tam bir inançla bağlılık olmuştu. Türkiye’nin bilimle kalkınıp Avrupa ülkeleri gibi zengin olacağı hayal ediliyordu. Ancak 1970lere gelindiğinde Oğuz Atay’ın itiraf etmekten çekinmediği bir yozlaşma ve yüzeysellik tablosu vardı ortada. Her anlamda fakir ve öksüz bir Türkiye tablosu çizer Atay (124):
Siz de benim gibi,
Günleri
Sevgiyle isteyerek
Değil de, takvimden yaprak koparır gibi gerçek
Bir sıkıntı ve nefretle yaşadınızsa, Ankara güneşi sizin de
Uyuşturmuşsa beyninizi, Ata’nın izinde
Gitmekten başka bir kavramı olmayan
Cumhuriyet çocuğu olarak yayan,
Pis pis gezdinizse (o sıralarda adı Opera Meydanı olan)
Hergele Meydanı’nda, bu sarı ve tozlu alan
İğrendirmediyse sizi,
Bir taşra cocuğu sıfatıyla özlemeyi bilmiyorsanız denizi,
Kaybettiniz (benim gibi).

Cumhuriyet’in yetiştirdiği nesillerin zihinleri ne yazık ki eleştirel bilimsel düşünceden nasibini almamış dogmalarla doludur. Gelinen nokta Tanzimat’tan beri süregiden muhafazakar düşüncenin “Batının teknolojisini alalım felsefesinden kendimizi koruyalım” anlayışının bir sonucudur aslında. O tarihten bu yana sorunların aşılamadığını da not etmekte yarar var: Cumhuriyet projesinin başarısızlığının yarattığı hayalkırıklığı günümüzde de devam etmekte ve ülkenin siyasal iklimini belirlemektedir. Osmanlı devletinin yıkılması, Türk aydınında bir yenilgi ve babasız kalma duygusu yaratmıştı. Cumhuriyetle birlikte yeni bir babanın koruyucu ve kollayıcı kanatları altına sığınan aydınların cumhuriyet projesi batağa saplanırken yaşadıkları bilinç yarılması da güncelliğini koruyan bir meseledir. O zaman geçmişe dönüp orada güçlü bir baba figürü aramaya başlayanlar için Abdülhamid böyle bir karakterdir. Atay, Tutunamayanlar‘da bu meseleyi bir rüya sahnesi ile verir:


Turgut, o gece, daha sonraları her hatırlayışında ürperdiği ve ‘Abdülhamit Rüyası’ adını verdiği bir kabus gördü. Sabaha karşı rüyanın dehşetiyle birdenbire uyandı. Rüyasında, rüyanın hemen başlarında, padişah Sultan Abdülhamit’i gördü. Koyu kırmızı büyük bir salonda, bir divanın üstüne, Sultan Abdülhamit, elbiseleriyle uzanmıştı. Başında kırmızı bir fes, parlak siyah redingotunun üstünde de ucuna bir nişan asılmış kalın ve sarı bir kurdele vardı. Divanda ipekli bir örtü Sultan’ın hemen yanıbaşında duruyordu. Abdülhamit bu örtüye yer yer sarınmıştı. Tıpkı anlatıldığı gibi ufak tefek, koca burunlu ve kara sakallıydı. Turgut, Sultan’a bu kadar yakın olmaktan biraz mahcup ve ürkek, konuşmadan Abdülhamit’i seyrediyor, bir yandan da kendine cesaret vermeye calışıyordu: ben Cumhuriyet cocuğuyum, ben Cumhuriyet cocuğuyum. Bir ilkokul öğrencisi gibi hissediyordu kendini: neden korkacakmışım Abdülhamit’ten? Fakat, hic konuşmayan bu kücük adamda ürkütücü bir otorite vardı (82).

[...]
 
Abdülhamit’in yüzüne baktı: sakalını tutmuş düşünüyordu Sultan. “Cumhuriyet, bu duruma bu kadar kayıtsız kalamaz.” diye haykırmak istedi. “Bunlara göz yumamaz!” Yerinden kalkmaya calışarak Abdülhamit’e doğru uzattı ellerini. Oda kararmıştı, divanı göremiyordu artık. “Üçüncü Cumhuriyeti de kurduğum halde, bunlara neden mi engel olmuyorum? Duyduğu bu yeni sese cevirdi başını. “Gücüm yetmiyor,” dedi ses. Oda biraz aydınlandı: Turgut’un karşısında Mustafa Kemal duruyordu. Onu resimlerinden tanıyan biri icin kim olduğunu anlamak cok güctü; fakat Turgut tanıdı. Mustafa Kemal cok şişmanlamıştı. Saclarının hemen hepsi dökülmüş, sırtı kamburlaşmıştı. Sesi yorgun cıkıyor, konuşurken dudaklarının arasından altın dişleri görünüyordu. Buruşuk yüzü beyaz kıllarla kaplıydı. Eski bir ropdöşambr giymişti. Turgut, bütün gücünü toplayarak konuşmaya çalıştı: “Nasıl olur? Siz idare etmiyor musunuz? Nasıl engel olamazsınız?” Mustafa Kemal, çaresizliğini gösteren bir hareket yaptı. Turgut, ona doğru ilerlerken ter icinde uyandı (84).


Gücünü yitirmiş, etkisiz bir baba figürü ilerlemeye inanmış Cumhuriyet kuşaklarının hayalkırıklığının ifadesidir. Rüyada “bir bildiği olan” Abdülhamid karakteri ise karanlık ama güçlü bir figürdür. Romanın çeşitli yerlerinde yinelenen “Osmanlının bir bildiği vardı” tespitinin Oğuz Atay’ın Türkiye’nin ruhunu anlama çabaları sırasında Kemal Tahir’e verdiği özel önemden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Kemal Tahir o dönem kendine özgü tarih tezlerini romanlarıyla ifade etmiş etkili bir yazardır. Sol kesimden gelip de Osmanlı’nın güçlü devlet anlayışını benimseyen bir yazar olarak hem çok eleştirilmiş hem de çok taraftar bulmuştur. Ortaya koyduğu hayali Osmanlı bir tür oryantalizmin ürünüdür aslında ama Cumhuriyet projesinin başarısızlığı karşısında hayalkırıklığına kapılmış 60ların 70lerin gençleri için yabana atılmayacak bir alternatiftir. Oğuz Atay “Tahiri” tezlere kulak kabartsa da yapıtlarını belirli bir tezin hizmetine adamaz. Tutunamayanlar da ironik anlatımı ve kendi üzerine dönen yapısı ile okura doğru yolu gösteren bir rehber metin değil, aklını ve ruhunu karıştıran, onu sorgulamaya zorlayan bir yapıttır. Romandaki her cümle başka bir cümleyle yanlışlanır ya da geçersiz ilan edilir; bu sayede çok önemli meseleler okurun dikkatine sunulur.



İşaret ettiği meseleler halen gündemimizi tüm sıcaklığıyla kapladığı için bu kült romanı okumayı ve üzerine düşünmeyi sürdüreceğiz. Son sözleri yine romana bırakalım:


 

İsteyiniz, verilecek, demiş. Kimleri kastediyor acaba? Tutunamayanları mı? Tutunamayanlar sözüyle tam ne demek istedi? Her şeyi söylemekten gene korktu galiba. Alay olsun diye yazdı. Alay da bir yerde bitiyor. Nerede bitiyor? Kim bilebilir? Sezilebilir belki. Sezgi mi? (318)


Yazan: Murat Gülsoy

Hiç yorum yok: