Lanetlenmiş yaratıcılar vardır. Onlar, insan iyidir,
güzeldir, mükemmeldir gibi safsatalar yerine benliklerindeki kötülüğü,
yıkıcılığı, nefreti anlatırlar. Oysa toplum bunları okumak, bilmek istemez,
insanların istediği aşkla, sevgiyle, güzellikle örülü, acıklı da olsa sonunda
umutlu biten öykülerdir. Gerçekten kaçmak, onunla yüzleşmekten daha kolaydır.
Bu yüzden lanetli yazarların kabul edilmesi zordur. Zordur ama dehanın da bütün
unutturma, yok etme çabalarına karşı inanılmaz bir direnme gücü vardır;
sıradanlığın, vasat yaratıcılığın bilindik sözlerden oluşan kaim örtüsünü
yepyeni bir bakış açısı, alışılmadık bir üslupla er geç yırtarak gün ışığına
çıkar.
Edgar Allan Poe da o lanetli yazarlardan biridir. Hastalık, yoksulluk ve
ayyaşlıkla geçen kısa yaşamına sarsıcı şiirler, yazın dünyasında çığır açan
öyküler, kuramsal yazılar sığdıran bu Amerikalı yazar doğumunun üzerinden yüz
doksan, ölümünün üzerinden yüz elli yıl geçmiş olmasına karşın hâlâ güncel,
hâlâ ilginç, hâlâ çok okunmakta.
Edgar Allan Poe bundan tam yüz elli yıl önce 7 ekimde çok merak ettiği “ölüler kıyısına” ayak bastı. O kül rengi kıyıda, kendi imgesindeki “ölüm” atmosferinden daha ilginç, daha tuhaf, daha korkunç bir dünya bulabildi mi bilmiyoruz. Bildiğimiz, “ölüm” olgusunun Poe’nun yaşamını üç kez böldüğü, ömrünün mecrasını kökten değiştirdiğidir. Bu yüzden “ölüm” imgesi kafasında, puslu bir deniz feneri gibi yaşamı boyunca yanıp durmuştur.
Ölüler içinde bir yaratıcı
Ölüm ilk kez, yazarımız daha küçük bir çocukken karşısına çıkar. Henüz üç yaşındayken tiyatro oyuncusu olan annesini, ardından da babasını kaybeder. Bu büyük yıkımın yol açtığı tahribat, genç tüccar John Allan ve eşinin onu evlat edinmesiyle bir ölçüde azalmış olsa da, kişiliğinin gelişimini etkilemesi kaçınılmazdır. Poe’nun keskin duyarlılığı, kör gururu incelendiğinde bu erken ölüm olayının kalıcı izlerine rastlanabilir.
Allan ailesinin onu evlat edinmesi, şans perisinin Poe’nun yaşamında nadiren gülümsediği anlardan biridir. Bu varlıklı ailenin yardımıyla, yenidünyanın dışına çıkar, sağlam bir temel eğitim alma olanağına kavuşur. Daha çocukken İngiltere, İskoçya ve İrlanda’yı gezer, Londra yakınlarındaki Stoke-Newington’da bir özel okulda eğitim görür. Eğitimi bununla sınırlı kalmaz; Amerika’ya dönünce saygın öğretmenlerden ders almayı sürdürür. 1826 yılında Virginia Üniversitesi’ne başlar. Zekâsı ve yetenekleriyle kısa sürede kendini gösterir. Ama içki, kumar gibi kötü alışkanlıkları, dik başlı kişiliğiyle de dikkat çeker. Okulda, aile içinde uyarılar, cezalar verilir, tartışmalar yaşanır. Bir yıl kadar eğitim gördükten sonra üvey babası John Allan tarafından okuldan alınır. Amerikan ordusuna yazılır. İki yıl sonra ordudan ayrılır ama ailesinin isteği üzerine West Point Amerikan Askeri Akademisi’ne girer.
Akademiye girişine kadar olan yıllarda Poe, gerek İngiltere’de gerekse Amerika’ya döndükten sonra klasik edebiyat, Latince, Fransızca, Yunanca, fizik ve matematik dersleri almıştır. Allan ailesinin ona sağladığı bu olanak dehasını gösterebileceği yaratıcı yeteneğinin daha kolay ortaya çıkmasını sağlar.
1827 yılında Tamerlane ve Öteki Şiirleri yayınlanır. Ama iki yıl sonra, şans perisinin dudaklarında Poe için parıldayan o sıcak gülümseme, bir acıya dönüşecektir.
Onu gerçek bir evlat gibi seven Frances Allan 1829′da yaşama gözlerini yumar. Ve John Allan fazla zaman yitirmeden genç bir kadınla evlenir. Yeni karısından çocukları olan John Allan, toplum dışı davranışlarıyla West Point Askeri Akademisi’nden de atılan üvey oğlundan uzaklaşmaya başlar. Aile içinde yaşanan sert bir tartışmadan sonra Poe, aileden kesin olarak ayrılır. On yedi yıl sonra yine karşısına çıkan ölüm, yaşamını yeniden altüst etmiştir.
Tıpkı on yedi yıl önce anne babasını yitirdiğindeki gibi yalnızdır. Üstelik bu defa onu evlat edinmek isteyen Allan’lar da yoktur. Çeşitli işlere girer çıkar, üvey babasına mektuplar yazar. Öfkelenir, kızar, yalvarır ama hiçbir sonuç alamaz. Allan 1834 yılında Poe’ya tek kuruş bırakmadan ölür.
Ölüm ilk kez, yazarımız daha küçük bir çocukken karşısına çıkar. Henüz üç yaşındayken tiyatro oyuncusu olan annesini, ardından da babasını kaybeder. Bu büyük yıkımın yol açtığı tahribat, genç tüccar John Allan ve eşinin onu evlat edinmesiyle bir ölçüde azalmış olsa da, kişiliğinin gelişimini etkilemesi kaçınılmazdır. Poe’nun keskin duyarlılığı, kör gururu incelendiğinde bu erken ölüm olayının kalıcı izlerine rastlanabilir.
Allan ailesinin onu evlat edinmesi, şans perisinin Poe’nun yaşamında nadiren gülümsediği anlardan biridir. Bu varlıklı ailenin yardımıyla, yenidünyanın dışına çıkar, sağlam bir temel eğitim alma olanağına kavuşur. Daha çocukken İngiltere, İskoçya ve İrlanda’yı gezer, Londra yakınlarındaki Stoke-Newington’da bir özel okulda eğitim görür. Eğitimi bununla sınırlı kalmaz; Amerika’ya dönünce saygın öğretmenlerden ders almayı sürdürür. 1826 yılında Virginia Üniversitesi’ne başlar. Zekâsı ve yetenekleriyle kısa sürede kendini gösterir. Ama içki, kumar gibi kötü alışkanlıkları, dik başlı kişiliğiyle de dikkat çeker. Okulda, aile içinde uyarılar, cezalar verilir, tartışmalar yaşanır. Bir yıl kadar eğitim gördükten sonra üvey babası John Allan tarafından okuldan alınır. Amerikan ordusuna yazılır. İki yıl sonra ordudan ayrılır ama ailesinin isteği üzerine West Point Amerikan Askeri Akademisi’ne girer.
Akademiye girişine kadar olan yıllarda Poe, gerek İngiltere’de gerekse Amerika’ya döndükten sonra klasik edebiyat, Latince, Fransızca, Yunanca, fizik ve matematik dersleri almıştır. Allan ailesinin ona sağladığı bu olanak dehasını gösterebileceği yaratıcı yeteneğinin daha kolay ortaya çıkmasını sağlar.
1827 yılında Tamerlane ve Öteki Şiirleri yayınlanır. Ama iki yıl sonra, şans perisinin dudaklarında Poe için parıldayan o sıcak gülümseme, bir acıya dönüşecektir.
Onu gerçek bir evlat gibi seven Frances Allan 1829′da yaşama gözlerini yumar. Ve John Allan fazla zaman yitirmeden genç bir kadınla evlenir. Yeni karısından çocukları olan John Allan, toplum dışı davranışlarıyla West Point Askeri Akademisi’nden de atılan üvey oğlundan uzaklaşmaya başlar. Aile içinde yaşanan sert bir tartışmadan sonra Poe, aileden kesin olarak ayrılır. On yedi yıl sonra yine karşısına çıkan ölüm, yaşamını yeniden altüst etmiştir.
Tıpkı on yedi yıl önce anne babasını yitirdiğindeki gibi yalnızdır. Üstelik bu defa onu evlat edinmek isteyen Allan’lar da yoktur. Çeşitli işlere girer çıkar, üvey babasına mektuplar yazar. Öfkelenir, kızar, yalvarır ama hiçbir sonuç alamaz. Allan 1834 yılında Poe’ya tek kuruş bırakmadan ölür.
Sokakta bir şair
Genç şair, ayakta durabilmek için yeteneğinden başka bir dayanağı kalmadığını bir kez daha anlamıştır. Ama keşfedilmemiş bir yetenek, yerine ulaşmamış bir şişedeki mesaj kadar etkisizdir. Şişedeki mesaj yerine ulaşıncaya kadar çırpınıp durur. 1833 yılında “The Baltimore Saturday Visitor”ın açmış olduğu yarışmayı “Şişedeki Mesaj” adlı öyküsüyle kazanınca, yazın dünyasında yeni kapılar ağır ağır da olsa açılmaya başlar. Açılan kapı onu dertlerinden tümüyle kurtarmaz ama her aybaşında ücret alabildiği bir iş sahibi yapar. Böylece Poe yarışmayı kazandıktan iki yıl kadar sonra Southern Literary Messenger ‘da editör yardımcılığı yapmaya başlar. Dergi kısa sürede onun yönetiminde gelişir, güçlenir. Sanki işler yoluna giriyor gibidir. Bir yıl sonra, zaten bir süredir yanlarında yaşadığı Maria Clemm’in on üç yaşındaki kızı Virginia Clemm ile evlenir. İki yıl boyunca Southern Literary Messenger’da çalışır ve birçok öyküsü ilk kez bu dergide yayınlanır. Ancak iki yıl sonra bildik nedenlerle yöneticilerle anlaşamayarak hem dergiden, hem de Richmond’dan ayrılarak New York’a gider.
Poe bundan sonraki yaşamında kent kent dolaşır, çeşitli dergilerde editörlük ve yöneticilik yapar, konferanslar verir. Ama bildiği gibi yaşamaktan şaşmaz. Yoksulluğunun içinde bir prens gibi mağrur ve başı dik yazmayı sürdürür. Asiliği, ayyaşlığı, düzensiz yaşamı nedeniyle birçok kişinin düşmanlığını kazanır. Yoksulluğu, dış dünyaya duyduğu öfkeyle birlikte artmayı sürdürür. Öfkesi belki çevresindeki insanları uzaklaştırır ama ona, her yazar için gerekli olan yalnızlığı, tutkulu yazma hırsını sağlar. Ardı ardına öyküler, şiirler yayınlar, eleştiri yazılan kaleme alır. Yapıtları onun giderek daha çok tanınmasına yol açar. Ama ün onun geçinmek için yeterli parayı bulmasını sağlamaz. O günlerin gazetelerinde Poe’nun ve eşinin yoksulluk ve hastalık içinde süründüklerine ilişkin haberler yer almaktadır. Bu haberlerin doğruluğu, 1847 yılında genç karısı Virginia’nın ölümüyle kesinlik kazanır.
Çok sevdiği genç karısını elinden alan ölüm, on sekiz yıl aradan sonra bir kez daha Poe’nun karşısına çıkmış, yoksulluklarla, hastalıklarla, alkolizmle de olsa sürdürdüğü yaşamını yeniden altüst etmiştir. Kansının ölümünden hemen sonra ilk delirium tremens krizlerini geçirmeye başlar. Zorlu günlerle geçen iki yılın sonunda, 1849 yılının 7 Ekim günü Poe sevdiği bütün insanları çekip alan, bir anlamda onu bahtsız, yoksul, mutsuz, alkolik, ruh hastası ve aynı zamanda benzersiz bir yaratıcı yapan ölüme yenik düşer.
Ölüm ve genç kadınlar
Onun yaşamını incelediğimizde ölüme olan takıntısını daha kolay anlarız. Başarılı öykülerinden “Usher Konağı’nın Çöküşü’nde ölümün yok ettiği bir aileyi anlatırken, kendi ailesinin imgesini çizmektedir. Roderick Usher’la özdeşleşerek, bu kahramanın dış görünüşünü sözcüklerle kendi portresini çizer gibi anlatmaktan çekinmez.
Bir ölününki gibi solgun bir cilt; iri, saydam ve hiçbir şeyle karşılaştırılmayacak derecede ışıltılı gözler; oldukça ince ve solgun, fakat çok hoş bir kıvrıma sahip dudaklar; göze çarpmak isteyen ve ruhsal bir gücün eksikliğini duyumsatan güzel yapılı bir çene; pamuklu bir dokumadan daha yumuşak ve ince saçlar; şakakların üstünde aşın bir genişlemeye neden olan tüm bu yüz hatlarının hepsi, kolayca unutulmayacak bir çehre oluşturuyordu.
Kimi eleştirmenler Poe’nun ölüme olan bu takıntısını, yaşadığı dönemde tıp biliminin eksiklikleri sonucu henüz canlı olan hastaları diri gömme olaylarının yaşandığına bağlasalar da, onun derin mutsuzluğunun altındaki nedenin, çocukluğunda, gençliğinde ve olgunluk çağlarında karşılaştığı ölüm olayları olduğu açıktır. Ölüm onun yazgısına müdahale etmiş, ona güvensiz, umutsuz, yoksul ve kimsesiz bir yaşam sunmuştur. Ama bu, madalyonun bir yüzü, deyim yerindeyse Poe’nun kişisel tarihinin nesnel yönüdür. Madalyonun öteki yüzünde ise, uyumsuz, çılgın dehasıyla, olumsuzu olumluya çeviren büyük bir yazarın doğuşu vardır. Bütün o hastalık hastası haliyle, alkol batağında yüzerken, delilik krizleri geçirirken Poe kendine dışarıdan bakabilmiş, gördüklerini de duru bir nesnellik ve büyük bir yaratıcılıkla kâğıda dökerek, deliliğe ve ölüme meydan okumuştur. Ölüm duygusuyla birlikteliği öyle yoğundur ki, karısının ölümünden iki yıl önce yazdığı “Kuzgun” adlı şiirinde, onun ölümünden sonra hissedebileceği duygulan, çaresizliği, kederi, ironik bir dille anlatabilmiş, kendi korkusuyla, çaresizliğiyle, acısıyla inceden inceye alay etmekten de geri kalmamıştır.
Poe’nun ölümü yenmek için kafa yormadığını düşünmek saflık olur. Gerek ünlü şiiri “Kuzgun”da, gecenin içinden gelen uğursuz haberciyi sorgularken, gerekse “Valdemar Olayındaki Gerçekler” adlı öyküsünde bir ölüyü hipnotize ederek öteki dünyadan haberi almaya çalışırken asıl amacı ölümü alt etmenin bir yolunu bulmaktır. Ama bunun olanaklı olmadığını anladığında, ölümü yenmenin, başka bir deyişle ölümsüzlüğe ulaşmanın tek yolunun sanat olduğunu açıklamıştır. Poe’nun yapıtlarını çevirerek, Amerika dışında tanınmasını sağlayan C. Baudelaire onun ölümsüzlük hakkındaki görüşlerini şöyle açıklar:
“Bizi dünyayı ve sergilediklerini Tanrı’nın bir lütfü saymaya ve Cennet’ten bir parça olduğunu düşünmeye iten güzelliğe duyarlı o takdir edilesi, ölümsüz içgüdüdür. Önümüzde uzanan ve yaşamın açığa vurduğu her şeye karşı duyduğumuz giderilmez susuzluk, ölümsüzlüğümüzün en canlı kanıtıdır. Ruh, mezarın ötesinde yatan görkeme hem şiir aracılığıyla, hem de şiirin içinden, hem müzik aracılığıyla, hem de müziğin içinden göz atabilir ve nefis bir şiir bizi gözyaşlarının eşiğine getirdiğinde, bu gözyaşları aşın zevkin kanıtı değildirler; uyandırılmış bir melankolinin, sinirlerin bir durumunun, kusurluluğun ortasına sürgüne gönderilmiş ve hemen, bu dünyadayken, açığa çıkmış bir cenneti ele geçirmek isteyen bir yaradılışın kanıtıdırlar daha çok.”
Nefret edilen ülke
Şanssızlıklarla örülü mutsuz yaşamı bir yana, Poe yaşadığı ülkeden de nefret etmektedir. XIX. yüzyılın hızla büyüyen Amerika’sından, gelişen ekonomisinden, göçlerle artan nüfustan, halkın kabalığından, hırsından, açgözlülüğünden, toplumdaki kuralsız, hızlı değişimden, güzellik kültürünün eksikliğinden, sanat geleneğinin olmayışından tiksiniyordu. Üzerine üzerine gelen bu maddi dünya onu düşler âlemine, mistik dünyaya yöneltiyor, öykülerinde, şiirlerinde gizemli olana yer vermeye başlıyordu. İçinde yaşadığı kapitalist toplumdan hoşlanmayan Poe’nun, o sıralar filizlenmeye başlayan sosyalizme neden yönelmediği sorusu akla gelebilir. Sorunun yanıtı içinde saklıdır. Henüz bu düşünce çok gençtir. Ütopik örnekleri yaygındır.
Komünist Manifesto bile Poe’nun ölümünden bir yıl önce 1848′de yayınlanacaktır. Komünist Manifesto adını özellikle andım; çünkü Marx da tıpkı Poe gibi düşündüğünü, Komünist Manifesto’da burjuvaziyi anlatırken, kâr için her türlü ahlaki değerden, her türlü güzellikten vazgeçebileceğini yazarak kanıtlıyordu. Belki zaman biraz daha geç olsaydı bu yoksul ama dâhi yazarla sosyalist düşüncenin buluşması pekâlâ mümkün olabilirdi. O sıralar Marx’tan haberi olmayan Poe sosyalizm hakkında şunları yazıyordu:
“Yeni bir felsefi tarikat şu sıralar dünyayı salgın bir hastalık gibi sardı, ki onlar ne bir tarikat oluşturduklarının farkındalar, ne de bunun sonucu olarak, henüz kendilerine bir isim yakıştırdılar. Onlar, “Eski olan her şeye inanan kişiler”dir. Başrahipleri, doğuda Charles Fourier, batıdaysa Horace Greeley; her ikisi de başrahip olduklarının pekâlâ bilincindeler, üyeleri arasındaki birleştirici tek ortak yön safdillilik: Şuna çılgınlık diyelim de işin içinden çıkalım. İçlerinden herhangi birine şuna ya da buna niçin inandığını sorun ve eğer dürüstse (ki cahil kişiler genellikle öyledirler), size Tallayrand’a İncil’e niçin inandığını sorduklarında verdiği yanıta benzer bir yanıt verecektir. “İncil’e her şeyden önce” demişti o, “Autun Piskoposu olduğum için inanıyorum; ikinci olarak, hakkında hiçbir şey bilmediğim için.” Bu felsefecilerin tartışma olarak adlandırdıkları şey “olanı reddetmek ve olmayanı açıklamak”tan başkası değildir.”
“Olanı reddetmek ve olmayanı açıklamak” aslında yapıtlarının çoğunda Poe’nun yaptığı bu değil miydi? Şiirin amacının şiirden başka bir şey olmadığını söylemesine karşın Poe’nun öykülerinde gizemli olana yönelmek, onu açıklamak, çözmek, analiz etmek duygusu alttan alta kendini hep hissettirir. Çözümleme gücüne sahip olmanın insana bambaşka bir zevk verdiğinin farkındadır. Bu zevk entelektüel faaliyetin sonucunda ortaya çıkar, yaratıcı süreçle ilgilidir ama yaratıcılığın kendisi değildir. Yaratıcılığın insana verdiği doyum başkadır, entelektüel çözümlemenin verdiği doyum başka. Ama ikisi birleştiğinde büyük yapıtları ortaya çıkaran mucizevî yöntem belirmiş olur. Poe da yapıtlarında bu yöntemi kullanır. Onun yaratıcılığını da, entelektüelliğini de kapsayan dehası böylece ortaya çıkmış olur.
Paradoksal bir zekâ
Poe’nun dehası çelişkiler, paradokslarla doludur. “Morgue Sokağı Cinayeti”nde tümüyle mantıksal çözümlemeye yaslanan yazarımız en küçük bir büyüye, mistik olana şans tanımazken, “Morella” adlı öyküsünde kahramanının ölen karısının ruhunun doğan kızında yaşadığını anlatmaktan çekinmez. “Kızıl Ölümün Maskesi”nde ölümü, dünyadan soyutlanmış bir şatoya sızan esrarengiz bir yabancı olarak betimler. Yaşamı boyunca yetmişe yakın öykü yazan Poe’da bu tür konular azımsanmayacak kadar çoktur. Bir yanda sanayi toplumunun yarattığı polisiye öyküler, öte yandan eski çağın gotik hikâyeleri. Bütün bunlar eski ile yeninin Poe’nun fırtınalı zihninde kapışmasından başka bir şey değildir. Ama şaşırtıcı yeteneğiyle her iki türde de başarılı olur. “Morgue Sokağı Cinayeti”yle ilk polisiyeyi yazan kişi olarak anılırken, korku öyküleriyle yazın dünyasına tuhaflığı, ürkünç olanı katar.
Poe bir yanıyla yaşadığı çağdan nefret etmektedir. Onu maddileşmekle, incelikleri, güzellikleri, törensel olanın büyülü çekiciliğini öldürmekle suçlamaktadır. Ama öte yandan yeni olanın çekiciliğine de kapılmaktan kendini alamamaktadır. Okul sıralarından beri fizik ve matematik en sevdiği dersler arasında yer almıştır.
Bilime yatkınlığı öyle fazladır ki “Hans Pfaall’ın Duyulmadık Serüveni” adlı öyküsünde Jules Verne’den yıllar önce Ay’a yolculuğu anlatabilmiştir. Hem de sayfalar dolusu bilimsel açıklamalar yaparak. “Morgue Sokağı Cinayeti”nin girişi de sanki bir mantık dersi verilir gibi kaleme alınmıştır. Ama yine de bir bilim adamıyla sanatçının çok farklı düşünce yöntemleri olduğunu bilir. Matematikten bahsederken sınırı aşmaz. “Çalman Mektup” adlı polisiye öyküsünde kahramanı Dupin’i şöyle konuşturur:
“Yanılıyorsun; onu iyi tanırım; hem matematikçidir, hem de şair. Hem şair, hem de matematikçi olduğundan, akıl yürütme yetisi gelişmiştir, yalnızca matematikçi olsa, hiç akıl yürütemezdi…”
Çok etkilendiği bilim bile onda ancak sanatın malzemesi olarak vardır, tıpkı korkulan, mistik inanışları gibi. Poe, gotik, korku ve polisiye öykü yazan olarak bilinir ama öyküleri çok daha geniş bir yelpazeye yayılmıştır. “Usher Konağı’nın Çöküşü”, “Kızıl Ölümün Maskesi”, “Morella” gibi gizemli korku öyküleri; “Ma-elström’e Dönüş”, “Şişedeki Mesaj” gibi doğal felaketleri anlatan öyküleri; “Valdemar Olayındaki Gerçekler”, “Hans Pfaall’ın Duyulmadık Serüveni” gibi bilimkurgu öyküleri; “Morgue Sokağı Cinayeti”, “Çalman Mektup”, “M. Roget’nin Gizemi” gibi polisiye öyküler; “Amontillado’nun Fıçısı”, “Aksak Kurbağa”, “Kara Kedi”, “Geveze Yürek”, “Berenice” gibi intikam öyküleri. Bunların içinde ölü gelinlerin bulunduğu bir başka öbek öyküden daha söz etmeliyiz.
Ölümün gülkurusu rengi
Öyküde tek etki yaratma düşüncesinden hareket edilmesini ister Poe. Ancak öykülerin sayısı artıkça yazarın okuru etkileyeceği konuyu da farklılaştırması gerekmektedir. Kendisi de bunu yapar zaten. Bu yüzden öykülerini farklı başlıklar altında toplamak olanaklıdır. Ancak vazgeçemediği, dönüp dönüp yeniden yazdığı bir konu vardır ki o da ölü gelinler, ölü genç kadınlardır, “Usher Konağı’nın Çöküşü”nde, “Oval Portre”de, “Dikdörtgen Sandık”ta, “Morella”da onları anlatır. Şiirlerinde de ölü genç kadınları anlatmayı sürdürür: “Annabel Lee” ve “Kuzgun” adlı şiirleri genç yaşta göçmüş gitmiş sevgiliye ağıtlarla yüklüdür. Ölü genç kadın izleğinden vazgeçememesi, yazımın başında belirttiğim gibi Poe’nun yaşamında çok önemli yeri olan üç kadının; annesi Elizabeth’in, üvey annesi Frances’in ve karısı Virginia’nın ölümlerinin ruhunda yarattığı deformasyondan kurtulamamasında yatmaktadır.
Poe’da kadın aşkı, tanrısal aşkla birbirine yakındır. Bu yakınlaşmayı sağlayan da ölüm olgusundan başkası değildir.
“Tanrısal tutku, şiirlerinde göz kamaştırıcı, yıldızlı ve çaresiz bir melankoliyle her zaman örtülü olarak ortaya çıkar. Makalelerinde kimi zaman aşktan söz eder ve hatta adı kalemin ucunu titreten bir şey gibi. “The Domain of Amheim”de mutluluğun dört temel koşulunun; açık havada yaşamak, bir kadının aşkı, her türlü ihtirastan uzaklaşmak ve yeni bir güzelliğin yaratılması olduğunu öne sürecektir. Poe’nun kadınlara olan şövalyece saygısına ilişkin Madam Frances Osgood’un düşüncesini destekleyen şey, groteske ve iğrençliğe olan şaşılacak yeteneğine rağmen, bütün eserlerinde şehvetliliği ya da hatta tensel zevkleri ele alan tek bir bölümün bile olmamasıdır. Kadın portreleri, sanki hale ile çevrilidir; doğadışı bir sis içinde parlarlar ve tutkun birinin tumturaklı tarzında çizilmişlerdir. Hayalperest mizacının onu içine attığı kimi önemsiz küçük şiirsel olaylara gelince, belki de temel özelliği güzelliğe susamışlık olan bu kadar canlı bir varlığın, zaman zaman, tutkulu bir istekle çapkınlığı, tercih alanları şairlerin beyinleri olan bu volkanik ve misk kokulu çiçeği iş edinmesinde şaşkınlığa düşecek bir neden var mı?”
Yazmak tek kurtuluş yolu
Poe’nun kadınlara özenli yaklaşmasının nedeni sevdiği kadınların erken ölümlerinden başkası değildir.
Sevdiği ölü kadınlar şairimizin olaya mistik bir saygıyla bakmasını sağlamaktadır. O, en çok ihtiyaç duyduğu anda yitirdiği kadınlarıyla yapıtlarında buluşmaktadır. Ama hayali bir iyimserlikle değil, gerçekliğin olanca çarpıcılığıyla.
Onların ölümleriyle tekrar tekrar yüzleşerek. Tıpkı öykülerinde olduğu gibi onların tabutlarını tırmalayan tırnaklarının sesini kulaklarında duyarak, kıpırdanışlarını hissederek ve bu korkuyla beti benzi atmış bir halde titreyerek. Bu öyküleri yazmanın Poe’nun ruh sağlığını bozduğunu, onun delirme sürecini hızlandırdığını, daha çok içmesine yol açtığını söyleyenler çıkabilir. Oysa yazmak Poe için tek kaçış yolu, tek kurtuluş umuduydu. Çevresini kuşatan maddi dünyanın anlamsızlığından, yeteneksiz edebiyatçıların kurduğu erkin acımasız cenderesinden, kendi acılarından ancak yazarak uzaklaşabiliyordu. Yazmak, soluk alabileceği, heyecan duyabileceği, kendini bulabileceği yeni bir dünya yaratmak demekti. Her şiire ya da öyküye başladığında içinde yaşadığı çıkar dünyası siliniyor, harflerin arasından açılan gizemli bir yolla kendi düşlerindeki gerçek dünyaya ulaşıyordu. Düşler Poe için o kadar önemliydi ki felsefi yapıtı Eureka’nın girişine şunları yazmıştı: “Bu kitabı, düşlerin tek gerçeklik olduğuna inananlara adıyorum.” Belki korkulan, açılan bu düşler dünyasında da onu yalnız bırakmıyordu ama bu onun dünyasıydı. Bu dünya aracılığıyla birçok yazarın fark etmediği insana ilişkin bir başka gerçekliği yakalıyordu. İçimizdeki kötülüğü, yıkıcılığı, nefret duygusunu olanca açıklığıyla aktarmaya başlıyordu. “Kara Kedi”de, “Berenice”de, “Geveze Yürek”te saf kötülüğü, ancak öldürmekle yatışan duyguları aktararak insan gerçeğinin bambaşka bir yönüne ışık tutuyordu. Bu anlamda Marquis de Sade’nin düşüncelerine bir ölçüde yakınlaşırken, ayrıksı şair Baudelaire’e, insan psikolojisini derinlemesine yansıtacak olan Dostoyevski’ye de öncülük ediyordu. Bunu yaptığı için de dönemin “saygın” edebiyat çevrelerince çöküş edebiyatı yaptığı öne sürülerek suçlanıyor, tepki görüyordu.
Poe bunların hiçbirine kulak asmayıp kendi bildiği yolda yürüyerek, çizgileri, sesleri, renkleri, kokulan ve ruhu kendisine ait dünyalar kurmayı sürdürüyordu. Onun dünyasında renkler solgundu, etraf korkulu bir kederle kaplıydı, bakılan her yerde ölüm seziliyor, hafiften bir çürüme kokusu geliyordu ama Poe orada mutluydu. Belki de mutlu olduğu tek yer orasıydı, beynini alkolle uyuşturduğu anları saymazsak.
Poe’ya yapılan suçlamaların başında ayyaş olması gelir. Gerçekten de şair sıkı bir içicidir. “Kuzgun” yayınlandığında, herkes onu konuşurken, o sarhoş bir halde Broadway’den geçerek evine gider. Zamanın saygın sanat çevreleri ölümünden önce de sonra da onu küçümsemek için sık sık bu zaafını dile getirmişlerdir. Onu savunmak yine Baudelaire’e düşüyor:
“Poe’nun sarhoşluğu hafızaya yardımcı bir araçtı, bunun bir çalışma yöntemi, enerjik ve ölümcül ama tutkulu doğasına uygun bir yöntem olduğu kanısındayım. Şair, titiz bir edebiyatçının not defterlerini tutmayı öğrenmesi gibi içmeyi öğrenmişti. Olağanüstü güzel ya da korkutucu görüntüleri, önceki bir fırtınada rastlamış olduğu incelikli düşünceleri yeniden bulma isteğine karşı koyamıyordu; onu zorunlu olarak çeken eski bilgileriydi ve onlarla yeniden ilişki kurmak için en tehlikeli ama en dolaysız yolu tutuyordu. Bugün bize zevk veren şeylerin bir bölümü onu öldürmüş olan şeylerdir.”
Ancak Baudelaire’in bu savunusunda biraz abartı vardır. Poe’nun yalnızca zihnini açmak, yeteneğini harekete geçirmek için içtiğini söylemek pek doğru olmaz. Zaten Poe da ayyaşlığından rahatsızlık duyuyordu. “Kara Kedi” adlı öyküsünde, “Hangi hastalık alkolle kıyaslanabilir” diye dert yandığı görülür. Poe içiyordu çünkü içki, tıpkı sanat gibi onun varoluşunun temel dayanaklarından biriydi. Bu dayanak sonunda onun bedenini yok oluşa sürüklese bile. 1849 yılının 3 Ekiminde sabaha karşı Baltimore kaldırımlarına yığılıp kalıncaya kadar bu iki dayanaktan; sanattan ve içkiden vazgeçmedi.
Belki çok genç yaşta yaşama gözlerini yumdu ama özgün bir kişilik, kalıba dökülmeyen bir ruh, cesur ve yetenekli bir yaratıcı olarak insanlığın ortak belleğinde yer etmeyi başardı. Ama bundan daha önemlisi insanlığın üzerine giydirilmeye çalışılan sahte erdemlerle süslenmiş, o pembe elbiseyi sıyırıp atması, yüreğimizdeki karanlık kıyıyı bize göstermesiydi.
Uygarlığımızın ulaşmış olduğu yıkıcılığı gördükten sonra, Poe’yu çok daha iyi anlıyor insan.
Kaynak: Cumhuriyet Kitap (07.10.1999)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder