Lanetlenmiş yaratıcılar vardır. Onlar, insan iyidir,
güzeldir, mükemmeldir gibi safsatalar yerine benliklerindeki kötülüğü,
yıkıcılığı, nefreti anlatırlar. Oysa toplum bunları okumak, bilmek istemez,
insanların istediği aşkla, sevgiyle, güzellikle örülü, acıklı da olsa sonunda
umutlu biten öykülerdir. Gerçekten kaçmak, onunla yüzleşmekten daha kolaydır.
Bu yüzden lanetli yazarların kabul edilmesi zordur. Zordur ama dehanın da bütün
unutturma, yok etme çabalarına karşı inanılmaz bir direnme gücü vardır;
sıradanlığın, vasat yaratıcılığın bilindik sözlerden oluşan kaim örtüsünü
yepyeni bir bakış açısı, alışılmadık bir üslupla er geç yırtarak gün ışığına
çıkar.
Edgar Allan Poe da o lanetli yazarlardan biridir. Hastalık, yoksulluk ve
ayyaşlıkla geçen kısa yaşamına sarsıcı şiirler, yazın dünyasında çığır açan
öyküler, kuramsal yazılar sığdıran bu Amerikalı yazar doğumunun üzerinden yüz
doksan, ölümünün üzerinden yüz elli yıl geçmiş olmasına karşın hâlâ güncel,
hâlâ ilginç, hâlâ çok okunmakta.
Edgar Allan Poe bundan tam yüz elli yıl önce 7 ekimde çok merak ettiği “ölüler
kıyısına” ayak bastı. O kül rengi kıyıda, kendi imgesindeki “ölüm”
atmosferinden daha ilginç, daha tuhaf, daha korkunç bir dünya bulabildi mi
bilmiyoruz. Bildiğimiz, “ölüm” olgusunun Poe’nun yaşamını üç kez böldüğü,
ömrünün mecrasını kökten değiştirdiğidir. Bu yüzden “ölüm” imgesi kafasında,
puslu bir deniz feneri gibi yaşamı boyunca yanıp durmuştur.
Ölüler içinde bir yaratıcı
Ölüm ilk kez, yazarımız daha küçük bir çocukken karşısına çıkar. Henüz üç
yaşındayken tiyatro oyuncusu olan annesini, ardından da babasını kaybeder. Bu
büyük yıkımın yol açtığı tahribat, genç tüccar John Allan ve eşinin onu evlat
edinmesiyle bir ölçüde azalmış olsa da, kişiliğinin gelişimini etkilemesi
kaçınılmazdır. Poe’nun keskin duyarlılığı, kör gururu incelendiğinde bu erken
ölüm olayının kalıcı izlerine rastlanabilir.
Allan ailesinin onu evlat edinmesi, şans perisinin Poe’nun yaşamında nadiren
gülümsediği anlardan biridir. Bu varlıklı ailenin yardımıyla, yenidünyanın
dışına çıkar, sağlam bir temel eğitim alma olanağına kavuşur. Daha çocukken
İngiltere, İskoçya ve İrlanda’yı gezer, Londra yakınlarındaki
Stoke-Newington’da bir özel okulda eğitim görür. Eğitimi bununla sınırlı
kalmaz; Amerika’ya dönünce saygın öğretmenlerden ders almayı sürdürür. 1826
yılında Virginia Üniversitesi’ne başlar. Zekâsı ve yetenekleriyle kısa sürede
kendini gösterir. Ama içki, kumar gibi kötü alışkanlıkları, dik başlı kişiliğiyle
de dikkat çeker. Okulda, aile içinde uyarılar, cezalar verilir, tartışmalar
yaşanır. Bir yıl kadar eğitim gördükten sonra üvey babası John Allan tarafından
okuldan alınır. Amerikan ordusuna yazılır. İki yıl sonra ordudan ayrılır ama
ailesinin isteği üzerine West Point Amerikan Askeri Akademisi’ne girer.
Akademiye girişine kadar olan yıllarda Poe, gerek İngiltere’de gerekse
Amerika’ya döndükten sonra klasik edebiyat, Latince, Fransızca, Yunanca, fizik
ve matematik dersleri almıştır. Allan ailesinin ona sağladığı bu olanak
dehasını gösterebileceği yaratıcı yeteneğinin daha kolay ortaya çıkmasını
sağlar.
1827 yılında Tamerlane ve Öteki Şiirleri yayınlanır.
Ama iki yıl sonra, şans perisinin dudaklarında Poe için parıldayan o sıcak
gülümseme, bir acıya dönüşecektir.
Onu gerçek bir evlat gibi seven Frances Allan 1829′da yaşama gözlerini
yumar. Ve John Allan fazla zaman yitirmeden genç bir kadınla evlenir. Yeni
karısından çocukları olan John Allan, toplum dışı davranışlarıyla West Point
Askeri Akademisi’nden de atılan üvey oğlundan uzaklaşmaya başlar. Aile içinde
yaşanan sert bir tartışmadan sonra Poe, aileden kesin olarak ayrılır. On yedi
yıl sonra yine karşısına çıkan ölüm, yaşamını yeniden altüst etmiştir.
Tıpkı on yedi yıl önce anne babasını yitirdiğindeki gibi yalnızdır. Üstelik bu
defa onu evlat edinmek isteyen Allan’lar da yoktur. Çeşitli işlere girer çıkar,
üvey babasına mektuplar yazar. Öfkelenir, kızar, yalvarır ama hiçbir sonuç
alamaz. Allan 1834 yılında Poe’ya tek kuruş bırakmadan ölür.
Sokakta bir şair
Genç şair, ayakta durabilmek için yeteneğinden başka bir dayanağı kalmadığını
bir kez daha anlamıştır. Ama keşfedilmemiş bir yetenek, yerine ulaşmamış bir
şişedeki mesaj kadar etkisizdir. Şişedeki mesaj yerine ulaşıncaya kadar
çırpınıp durur. 1833 yılında “The Baltimore Saturday Visitor”ın açmış olduğu
yarışmayı “Şişedeki Mesaj” adlı öyküsüyle kazanınca, yazın dünyasında yeni
kapılar ağır ağır da olsa açılmaya başlar. Açılan kapı onu dertlerinden tümüyle
kurtarmaz ama her aybaşında ücret alabildiği bir iş sahibi yapar. Böylece Poe
yarışmayı kazandıktan iki yıl kadar sonra Southern Literary Messenger ‘da
editör yardımcılığı yapmaya başlar. Dergi kısa sürede onun yönetiminde gelişir,
güçlenir. Sanki işler yoluna giriyor gibidir. Bir yıl sonra, zaten bir süredir
yanlarında yaşadığı Maria Clemm’in on üç yaşındaki kızı Virginia Clemm ile
evlenir. İki yıl boyunca Southern Literary Messenger’da çalışır ve birçok
öyküsü ilk kez bu dergide yayınlanır. Ancak iki yıl sonra bildik nedenlerle
yöneticilerle anlaşamayarak hem dergiden, hem de Richmond’dan ayrılarak New
York’a gider.
Poe bundan sonraki yaşamında kent kent dolaşır, çeşitli dergilerde editörlük ve
yöneticilik yapar, konferanslar verir. Ama bildiği gibi yaşamaktan şaşmaz.
Yoksulluğunun içinde bir prens gibi mağrur ve başı dik yazmayı sürdürür.
Asiliği, ayyaşlığı, düzensiz yaşamı nedeniyle birçok kişinin düşmanlığını
kazanır. Yoksulluğu, dış dünyaya duyduğu öfkeyle birlikte artmayı sürdürür.
Öfkesi belki çevresindeki insanları uzaklaştırır ama ona, her yazar için
gerekli olan yalnızlığı, tutkulu yazma hırsını sağlar. Ardı ardına öyküler,
şiirler yayınlar, eleştiri yazılan kaleme alır. Yapıtları onun giderek daha çok
tanınmasına yol açar. Ama ün onun geçinmek için yeterli parayı bulmasını
sağlamaz. O günlerin gazetelerinde Poe’nun ve eşinin yoksulluk ve hastalık
içinde süründüklerine ilişkin haberler yer almaktadır. Bu haberlerin doğruluğu,
1847 yılında genç karısı Virginia’nın ölümüyle kesinlik kazanır.
Çok sevdiği genç karısını elinden alan ölüm, on sekiz yıl aradan sonra bir kez
daha Poe’nun karşısına çıkmış, yoksulluklarla, hastalıklarla, alkolizmle de
olsa sürdürdüğü yaşamını yeniden altüst etmiştir. Kansının ölümünden hemen
sonra ilk delirium tremens krizlerini geçirmeye başlar. Zorlu günlerle geçen iki
yılın sonunda, 1849 yılının 7 Ekim günü Poe sevdiği bütün insanları çekip alan,
bir anlamda onu bahtsız, yoksul, mutsuz, alkolik, ruh hastası ve aynı zamanda
benzersiz bir yaratıcı yapan ölüme yenik düşer.
Ölüm ve genç kadınlar
Onun yaşamını incelediğimizde ölüme olan takıntısını daha kolay anlarız.
Başarılı öykülerinden “Usher Konağı’nın Çöküşü’nde ölümün yok ettiği bir aileyi
anlatırken, kendi ailesinin imgesini çizmektedir. Roderick Usher’la
özdeşleşerek, bu kahramanın dış görünüşünü sözcüklerle kendi portresini çizer
gibi anlatmaktan çekinmez.
Bir ölününki gibi solgun bir cilt; iri, saydam ve hiçbir şeyle
karşılaştırılmayacak derecede ışıltılı gözler; oldukça ince ve solgun, fakat
çok hoş bir kıvrıma sahip dudaklar; göze çarpmak isteyen ve ruhsal bir gücün
eksikliğini duyumsatan güzel yapılı bir çene; pamuklu bir dokumadan daha
yumuşak ve ince saçlar; şakakların üstünde aşın bir genişlemeye neden olan tüm
bu yüz hatlarının hepsi, kolayca unutulmayacak bir çehre oluşturuyordu.
Kimi eleştirmenler Poe’nun ölüme olan bu takıntısını, yaşadığı dönemde tıp
biliminin eksiklikleri sonucu henüz canlı olan hastaları diri gömme olaylarının
yaşandığına bağlasalar da, onun derin mutsuzluğunun altındaki nedenin,
çocukluğunda, gençliğinde ve olgunluk çağlarında karşılaştığı ölüm olayları
olduğu açıktır. Ölüm onun yazgısına müdahale etmiş, ona güvensiz, umutsuz,
yoksul ve kimsesiz bir yaşam sunmuştur. Ama bu, madalyonun bir yüzü, deyim
yerindeyse Poe’nun kişisel tarihinin nesnel yönüdür. Madalyonun öteki yüzünde
ise, uyumsuz, çılgın dehasıyla, olumsuzu olumluya çeviren büyük bir yazarın
doğuşu vardır. Bütün o hastalık hastası haliyle, alkol batağında yüzerken, delilik
krizleri geçirirken Poe kendine dışarıdan bakabilmiş, gördüklerini de duru bir
nesnellik ve büyük bir yaratıcılıkla kâğıda dökerek, deliliğe ve ölüme meydan
okumuştur. Ölüm duygusuyla birlikteliği öyle yoğundur ki, karısının ölümünden
iki yıl önce yazdığı “Kuzgun” adlı şiirinde, onun ölümünden sonra
hissedebileceği duygulan, çaresizliği, kederi, ironik bir dille anlatabilmiş,
kendi korkusuyla, çaresizliğiyle, acısıyla inceden inceye alay etmekten de geri
kalmamıştır.
Poe’nun ölümü yenmek için kafa yormadığını düşünmek saflık olur. Gerek ünlü
şiiri “Kuzgun”da, gecenin içinden gelen uğursuz haberciyi sorgularken, gerekse
“Valdemar Olayındaki Gerçekler” adlı öyküsünde bir ölüyü hipnotize ederek öteki
dünyadan haberi almaya çalışırken asıl amacı ölümü alt etmenin bir yolunu
bulmaktır. Ama bunun olanaklı olmadığını anladığında, ölümü yenmenin, başka bir
deyişle ölümsüzlüğe ulaşmanın tek yolunun sanat olduğunu açıklamıştır. Poe’nun
yapıtlarını çevirerek, Amerika dışında tanınmasını sağlayan C. Baudelaire onun
ölümsüzlük hakkındaki görüşlerini şöyle açıklar:
“Bizi dünyayı ve sergilediklerini Tanrı’nın bir lütfü saymaya ve Cennet’ten bir
parça olduğunu düşünmeye iten güzelliğe duyarlı o takdir edilesi, ölümsüz
içgüdüdür. Önümüzde uzanan ve yaşamın açığa vurduğu her şeye karşı duyduğumuz
giderilmez susuzluk, ölümsüzlüğümüzün en canlı kanıtıdır. Ruh, mezarın ötesinde
yatan görkeme hem şiir aracılığıyla, hem de şiirin içinden, hem müzik
aracılığıyla, hem de müziğin içinden göz atabilir ve nefis bir şiir bizi
gözyaşlarının eşiğine getirdiğinde, bu gözyaşları aşın zevkin kanıtı
değildirler; uyandırılmış bir melankolinin, sinirlerin bir durumunun,
kusurluluğun ortasına sürgüne gönderilmiş ve hemen, bu dünyadayken, açığa
çıkmış bir cenneti ele geçirmek isteyen bir yaradılışın kanıtıdırlar daha çok.”
Nefret edilen ülke
Şanssızlıklarla örülü mutsuz yaşamı bir yana, Poe yaşadığı ülkeden de nefret
etmektedir. XIX. yüzyılın hızla büyüyen Amerika’sından, gelişen ekonomisinden,
göçlerle artan nüfustan, halkın kabalığından, hırsından, açgözlülüğünden,
toplumdaki kuralsız, hızlı değişimden, güzellik kültürünün eksikliğinden, sanat
geleneğinin olmayışından tiksiniyordu. Üzerine üzerine gelen bu maddi dünya onu
düşler âlemine, mistik dünyaya yöneltiyor, öykülerinde, şiirlerinde gizemli
olana yer vermeye başlıyordu. İçinde yaşadığı kapitalist toplumdan hoşlanmayan
Poe’nun, o sıralar filizlenmeye başlayan sosyalizme neden yönelmediği sorusu
akla gelebilir. Sorunun yanıtı içinde saklıdır. Henüz bu düşünce çok gençtir.
Ütopik örnekleri yaygındır.
Komünist Manifesto bile Poe’nun ölümünden bir yıl önce 1848′de
yayınlanacaktır. Komünist Manifesto adını özellikle andım; çünkü Marx da
tıpkı Poe gibi düşündüğünü, Komünist Manifesto’da burjuvaziyi anlatırken, kâr
için her türlü ahlaki değerden, her türlü güzellikten vazgeçebileceğini yazarak
kanıtlıyordu. Belki zaman biraz daha geç olsaydı bu yoksul ama dâhi yazarla
sosyalist düşüncenin buluşması pekâlâ mümkün olabilirdi. O sıralar Marx’tan
haberi olmayan Poe sosyalizm hakkında şunları yazıyordu:
“Yeni bir felsefi tarikat şu sıralar dünyayı salgın bir hastalık gibi sardı, ki
onlar ne bir tarikat oluşturduklarının farkındalar, ne de bunun sonucu olarak,
henüz kendilerine bir isim yakıştırdılar. Onlar, “Eski olan her şeye inanan
kişiler”dir. Başrahipleri, doğuda Charles Fourier, batıdaysa Horace Greeley;
her ikisi de başrahip olduklarının pekâlâ bilincindeler, üyeleri arasındaki
birleştirici tek ortak yön safdillilik: Şuna çılgınlık diyelim de işin içinden
çıkalım. İçlerinden herhangi birine şuna ya da buna niçin inandığını sorun ve
eğer dürüstse (ki cahil kişiler genellikle öyledirler), size Tallayrand’a
İncil’e niçin inandığını sorduklarında verdiği yanıta benzer bir yanıt
verecektir. “İncil’e her şeyden önce” demişti o, “Autun Piskoposu olduğum için
inanıyorum; ikinci olarak, hakkında hiçbir şey bilmediğim için.” Bu
felsefecilerin tartışma olarak adlandırdıkları şey “olanı reddetmek ve olmayanı
açıklamak”tan başkası değildir.”
“Olanı reddetmek ve olmayanı açıklamak” aslında yapıtlarının çoğunda Poe’nun
yaptığı bu değil miydi? Şiirin amacının şiirden başka bir şey olmadığını söylemesine
karşın Poe’nun öykülerinde gizemli olana yönelmek, onu açıklamak, çözmek,
analiz etmek duygusu alttan alta kendini hep hissettirir. Çözümleme gücüne
sahip olmanın insana bambaşka bir zevk verdiğinin farkındadır. Bu zevk
entelektüel faaliyetin sonucunda ortaya çıkar, yaratıcı süreçle ilgilidir ama
yaratıcılığın kendisi değildir. Yaratıcılığın insana verdiği doyum başkadır,
entelektüel çözümlemenin verdiği doyum başka. Ama ikisi birleştiğinde büyük
yapıtları ortaya çıkaran mucizevî yöntem belirmiş olur. Poe da yapıtlarında bu
yöntemi kullanır. Onun yaratıcılığını da, entelektüelliğini de kapsayan dehası
böylece ortaya çıkmış olur.
Paradoksal bir zekâ
Poe’nun dehası çelişkiler, paradokslarla doludur. “Morgue Sokağı Cinayeti”nde
tümüyle mantıksal çözümlemeye yaslanan yazarımız en küçük bir büyüye, mistik
olana şans tanımazken, “Morella” adlı öyküsünde kahramanının
ölen karısının ruhunun doğan kızında yaşadığını anlatmaktan çekinmez. “Kızıl
Ölümün Maskesi”nde ölümü, dünyadan soyutlanmış bir şatoya sızan
esrarengiz bir yabancı olarak betimler. Yaşamı boyunca yetmişe yakın öykü yazan
Poe’da bu tür konular azımsanmayacak kadar çoktur. Bir yanda sanayi toplumunun
yarattığı polisiye öyküler, öte yandan eski çağın gotik hikâyeleri. Bütün
bunlar eski ile yeninin Poe’nun fırtınalı zihninde kapışmasından başka bir şey
değildir. Ama şaşırtıcı yeteneğiyle her iki türde de başarılı olur. “Morgue
Sokağı Cinayeti”yle ilk polisiyeyi yazan kişi olarak anılırken, korku
öyküleriyle yazın dünyasına tuhaflığı, ürkünç olanı katar.
Poe bir yanıyla yaşadığı çağdan nefret etmektedir. Onu maddileşmekle,
incelikleri, güzellikleri, törensel olanın büyülü çekiciliğini öldürmekle
suçlamaktadır. Ama öte yandan yeni olanın çekiciliğine de kapılmaktan kendini
alamamaktadır. Okul sıralarından beri fizik ve matematik en sevdiği dersler
arasında yer almıştır.
Bilime yatkınlığı öyle fazladır ki “Hans Pfaall’ın Duyulmadık Serüveni”
adlı öyküsünde Jules Verne’den yıllar önce Ay’a yolculuğu anlatabilmiştir. Hem
de sayfalar dolusu bilimsel açıklamalar yaparak. “Morgue Sokağı Cinayeti”nin
girişi de sanki bir mantık dersi verilir gibi kaleme alınmıştır. Ama yine de
bir bilim adamıyla sanatçının çok farklı düşünce yöntemleri olduğunu bilir.
Matematikten bahsederken sınırı aşmaz. “Çalman Mektup” adlı polisiye öyküsünde
kahramanı Dupin’i şöyle konuşturur:
“Yanılıyorsun; onu iyi tanırım; hem matematikçidir, hem de şair. Hem şair, hem
de matematikçi olduğundan, akıl yürütme yetisi gelişmiştir, yalnızca
matematikçi olsa, hiç akıl yürütemezdi…”
Çok etkilendiği bilim bile onda ancak sanatın malzemesi olarak vardır, tıpkı
korkulan, mistik inanışları gibi. Poe, gotik, korku ve polisiye öykü yazan
olarak bilinir ama öyküleri çok daha geniş bir yelpazeye yayılmıştır. “Usher
Konağı’nın Çöküşü”, “Kızıl Ölümün Maskesi”, “Morella” gibi gizemli
korku öyküleri; “Ma-elström’e Dönüş”, “Şişedeki Mesaj” gibi doğal felaketleri
anlatan öyküleri; “Valdemar Olayındaki Gerçekler”, “Hans Pfaall’ın Duyulmadık Serüveni”
gibi bilimkurgu öyküleri; “Morgue Sokağı Cinayeti”, “Çalman Mektup”, “M.
Roget’nin Gizemi” gibi polisiye öyküler; “Amontillado’nun Fıçısı”, “Aksak
Kurbağa”, “Kara Kedi”, “Geveze Yürek”, “Berenice” gibi intikam
öyküleri. Bunların içinde ölü gelinlerin bulunduğu bir başka öbek öyküden daha
söz etmeliyiz.
Ölümün gülkurusu rengi
Öyküde tek etki yaratma düşüncesinden hareket edilmesini ister Poe. Ancak
öykülerin sayısı artıkça yazarın okuru etkileyeceği konuyu da farklılaştırması
gerekmektedir. Kendisi de bunu yapar zaten. Bu yüzden öykülerini farklı
başlıklar altında toplamak olanaklıdır. Ancak vazgeçemediği, dönüp dönüp
yeniden yazdığı bir konu vardır ki o da ölü gelinler, ölü genç kadınlardır, “Usher
Konağı’nın Çöküşü”nde, “Oval Portre”de, “Dikdörtgen
Sandık”ta, “Morella”da onları anlatır. Şiirlerinde de ölü genç kadınları
anlatmayı sürdürür: “Annabel Lee” ve “Kuzgun” adlı şiirleri genç yaşta
göçmüş gitmiş sevgiliye ağıtlarla yüklüdür. Ölü genç kadın izleğinden
vazgeçememesi, yazımın başında belirttiğim gibi Poe’nun yaşamında çok önemli
yeri olan üç kadının; annesi Elizabeth’in, üvey annesi Frances’in ve karısı
Virginia’nın ölümlerinin ruhunda yarattığı deformasyondan kurtulamamasında
yatmaktadır.
Poe’da kadın aşkı, tanrısal aşkla birbirine yakındır. Bu yakınlaşmayı sağlayan
da ölüm olgusundan başkası değildir.
“Tanrısal tutku, şiirlerinde göz kamaştırıcı, yıldızlı ve çaresiz bir
melankoliyle her zaman örtülü olarak ortaya çıkar. Makalelerinde kimi zaman
aşktan söz eder ve hatta adı kalemin ucunu titreten bir şey gibi. “The
Domain of Amheim”de mutluluğun dört temel koşulunun; açık havada yaşamak, bir kadının aşkı, her
türlü ihtirastan uzaklaşmak ve yeni bir güzelliğin yaratılması olduğunu öne
sürecektir. Poe’nun kadınlara olan şövalyece saygısına ilişkin Madam Frances
Osgood’un düşüncesini destekleyen şey, groteske ve iğrençliğe olan şaşılacak
yeteneğine rağmen, bütün eserlerinde şehvetliliği ya da hatta tensel zevkleri
ele alan tek bir bölümün bile olmamasıdır. Kadın portreleri, sanki hale ile
çevrilidir; doğadışı bir sis içinde parlarlar ve tutkun birinin tumturaklı
tarzında çizilmişlerdir. Hayalperest mizacının onu içine attığı kimi önemsiz
küçük şiirsel olaylara gelince, belki de temel özelliği güzelliğe susamışlık
olan bu kadar canlı bir varlığın, zaman zaman, tutkulu bir istekle çapkınlığı,
tercih alanları şairlerin beyinleri olan bu volkanik ve misk kokulu çiçeği iş
edinmesinde şaşkınlığa düşecek bir neden var mı?”
Yazmak tek kurtuluş yolu
Poe’nun kadınlara özenli yaklaşmasının nedeni sevdiği kadınların erken
ölümlerinden başkası değildir.
Sevdiği ölü kadınlar şairimizin olaya mistik bir saygıyla bakmasını
sağlamaktadır. O, en çok ihtiyaç duyduğu anda yitirdiği kadınlarıyla
yapıtlarında buluşmaktadır. Ama hayali bir iyimserlikle değil, gerçekliğin
olanca çarpıcılığıyla.
Onların ölümleriyle tekrar tekrar yüzleşerek. Tıpkı öykülerinde olduğu gibi
onların tabutlarını tırmalayan tırnaklarının sesini kulaklarında duyarak,
kıpırdanışlarını hissederek ve bu korkuyla beti benzi atmış bir halde
titreyerek. Bu öyküleri yazmanın Poe’nun ruh sağlığını bozduğunu, onun delirme
sürecini hızlandırdığını, daha çok içmesine yol açtığını söyleyenler çıkabilir.
Oysa yazmak Poe için tek kaçış yolu, tek kurtuluş umuduydu. Çevresini kuşatan
maddi dünyanın anlamsızlığından, yeteneksiz edebiyatçıların kurduğu erkin
acımasız cenderesinden, kendi acılarından ancak yazarak uzaklaşabiliyordu.
Yazmak, soluk alabileceği, heyecan duyabileceği, kendini bulabileceği yeni bir
dünya yaratmak demekti. Her şiire ya da öyküye başladığında içinde yaşadığı
çıkar dünyası siliniyor, harflerin arasından açılan gizemli bir yolla kendi
düşlerindeki gerçek dünyaya ulaşıyordu. Düşler Poe için o kadar önemliydi ki
felsefi yapıtı Eureka’nın girişine şunları yazmıştı: “Bu kitabı, düşlerin tek
gerçeklik olduğuna inananlara adıyorum.” Belki korkulan, açılan bu
düşler dünyasında da onu yalnız bırakmıyordu ama bu onun dünyasıydı. Bu dünya
aracılığıyla birçok yazarın fark etmediği insana ilişkin bir başka gerçekliği
yakalıyordu. İçimizdeki kötülüğü, yıkıcılığı, nefret duygusunu olanca
açıklığıyla aktarmaya başlıyordu. “Kara Kedi”de, “Berenice”de, “Geveze
Yürek”te saf kötülüğü, ancak öldürmekle yatışan duyguları aktararak
insan gerçeğinin bambaşka bir yönüne ışık tutuyordu. Bu anlamda Marquis de Sade’nin düşüncelerine bir
ölçüde yakınlaşırken, ayrıksı şair Baudelaire’e,
insan psikolojisini derinlemesine yansıtacak olan Dostoyevski’ye de öncülük ediyordu. Bunu yaptığı için de dönemin
“saygın” edebiyat çevrelerince çöküş edebiyatı yaptığı öne sürülerek
suçlanıyor, tepki görüyordu.
Poe bunların hiçbirine kulak asmayıp kendi bildiği yolda yürüyerek, çizgileri,
sesleri, renkleri, kokulan ve ruhu kendisine ait dünyalar kurmayı sürdürüyordu.
Onun dünyasında renkler solgundu, etraf korkulu bir kederle kaplıydı, bakılan
her yerde ölüm seziliyor, hafiften bir çürüme kokusu geliyordu ama Poe orada
mutluydu. Belki de mutlu olduğu tek yer orasıydı, beynini alkolle uyuşturduğu
anları saymazsak.
Poe’ya yapılan suçlamaların başında ayyaş olması gelir. Gerçekten de şair sıkı
bir içicidir. “Kuzgun” yayınlandığında, herkes onu konuşurken, o sarhoş bir halde
Broadway’den geçerek evine gider. Zamanın saygın sanat çevreleri ölümünden önce
de sonra da onu küçümsemek için sık sık bu zaafını dile getirmişlerdir. Onu
savunmak yine Baudelaire’e düşüyor:
“Poe’nun sarhoşluğu hafızaya yardımcı bir araçtı, bunun bir çalışma yöntemi,
enerjik ve ölümcül ama tutkulu doğasına uygun bir yöntem olduğu kanısındayım.
Şair, titiz bir edebiyatçının not defterlerini tutmayı öğrenmesi gibi içmeyi
öğrenmişti. Olağanüstü güzel ya da korkutucu görüntüleri, önceki bir fırtınada rastlamış
olduğu incelikli düşünceleri yeniden bulma isteğine karşı koyamıyordu; onu
zorunlu olarak çeken eski bilgileriydi ve onlarla yeniden ilişki kurmak için en
tehlikeli ama en dolaysız yolu tutuyordu. Bugün bize zevk veren şeylerin bir
bölümü onu öldürmüş olan şeylerdir.”
Ancak Baudelaire’in bu savunusunda biraz abartı vardır. Poe’nun yalnızca
zihnini açmak, yeteneğini harekete geçirmek için içtiğini söylemek pek doğru
olmaz. Zaten Poe da ayyaşlığından rahatsızlık duyuyordu. “Kara Kedi” adlı
öyküsünde, “Hangi hastalık alkolle kıyaslanabilir” diye dert yandığı
görülür. Poe içiyordu çünkü içki, tıpkı sanat gibi onun varoluşunun temel
dayanaklarından biriydi. Bu dayanak sonunda onun bedenini yok oluşa sürüklese
bile. 1849 yılının 3 Ekiminde sabaha karşı Baltimore kaldırımlarına yığılıp
kalıncaya kadar bu iki dayanaktan; sanattan ve içkiden vazgeçmedi.
Belki çok genç yaşta yaşama gözlerini yumdu ama özgün bir kişilik, kalıba
dökülmeyen bir ruh, cesur ve yetenekli bir yaratıcı olarak insanlığın ortak
belleğinde yer etmeyi başardı. Ama bundan daha önemlisi insanlığın üzerine
giydirilmeye çalışılan sahte erdemlerle süslenmiş, o pembe elbiseyi sıyırıp
atması, yüreğimizdeki karanlık kıyıyı bize göstermesiydi.
Uygarlığımızın ulaşmış olduğu yıkıcılığı gördükten sonra, Poe’yu çok daha iyi
anlıyor insan.
-Ahmet Ümit-
Kaynak: Cumhuriyet Kitap (07.10.1999)