Sylvia Plath 1932 yılında Alman bir baba ve ABD'li bir anneden, Massachusetts'te doğdu. Profesör olan babası 1940 yılında öldü. Plath ilk şiirini 8 yaşında yayımladı.
Plath, hayatı boyunca ileri derecede manik-depresif bozuklukla boğuştu.
1950 yılında bursla girdiği Smith College'deki ikinci yılında ilk intihar girişimini gerçekleştirdi ve bir akıl hastanesine yatırıldı.
1955'te Smith College'den
summa cum laude derece ile mezun oldu.
Kazandığı Fulbright bursuyla Cambridge Üniversitesi'ne giderek çalışmalarını burada sürdürdü ve şiirlerini üniversitenin öğrenci gazetesi olan Varsity'de yayımladı.
Plath burada 1956 yılında evleneceği İngiliz şair Ted Hughes'la tanıştı. Evliliklerinin ardından Boston'da yaşamaya başladılar. Plath, hamile kaldıktan sonra ise İngiltere'ye geri döndüler.
Plath ve Hughes, Londra'da kısa süre yaşadıktan sonra North Tawton'a yerleştiler. Çiftin sorunları bu dönemde başladı ve ilk çocuklarının doğumundan kısa süre sonra Sylvia Plath Londra'ya geri dönerek boşanma işlemlerini başlattı.
Kiraladığı evin eskiden İngiliz şair William Butler Yeats'e ait olduğunu öğrenen Plath bunu iyi bir işaret olarak değerlendirdi.
1962-1963 kışı Plath için çok zor geçti.
11 Şubat 1963'te, ikinci kattaki odalarında uyumakta olan çocuklarının yanına süt ve kurabiye bıraktıktan sonra, odalarının kapısını da içeri gaz girmeyeceğinden emin olmak üzere bantlayarak kapattı ve kafasını fırının içine sokarak intihar etti.
Bu olay onun yaşadığı evin lanetiydi. Çünkü Yeats de bu evde ihtihar etmisti.
İntiharıyla ilgili olarak kocası Ted Hughes eleştirilere maruz kaldı. Hughes yıllarca bu konuda konuşmadı. Daha sonra anılarını yayımladı.
1963 yılında daha 30 yaşındayken intihar eden Plath’ın hayatı, Oscarlı oyuncu Gwyneth Paltrow’un ünlü şairi canlandırdığı “Sylvia” filmine de aktarıldı.
Plath’ın Türkçe’ye çevrilen eserleri arasında bulunan “Sırça Fanus” adlı romanı, birçok kişi tarafından ilk Amerikan feminist romanı olarak değerlendirilir.
Evmanya dergisinden çok beğendiğim bir ev örneği..
Renkli ve canlı bir ev için örnek oluşturabilecek harika bir ev! Turkuvaz büyük koltuk evin merkezi! Pratik, kullnışlı ve genç bir ev! Aksesuarlarla zenginleştirilmiş. Sol köşedeki aydınlatmanın konumuna dikkat ettiniz mi? İlginç bir fikir değil mi? Bir diğer aydınlatma da dünya formunda. Dünyanın merkezi evi oılanlar için iyi bir fikir!
Salon salomanje olarak adlandırdığımız bir plana sahip bu ev. Salonun yanındaki ekstra alan yemek alanı olarak haızrlanmış. Modern formlu masa ve sandalyeler odanın merkezine yerleştrilimiş. Bu odada ekstra olarak yemek sırasında ihtiyaç duyulabilecek eşyaların yerleştirildiği yardımcı ünite ve raflar eklenmiş.
Bu yemek alanının en can alıcı noktası ise duvarda kullanılan poster. Genişlik duygusu yaratarak sanki bir cafede keyifli bir akşam yemeği yiyormuşsunuz gibi hissedebilirsiniz. Oturma adasında kullanılan aydınlatma aynı şekilde bu yemek odasında da mevcut! Detaylarla boğulmamış ve genellikle bir noktaya odaklanmış mekanlar var bu evde!
Tv ünitesi için de aslında kullanışsız olan bir alan doğru bir şekilde kullanılmış. Küçük bir tv ünitesi kullanılarak köşe aktif bir şekilde kullanılmış.
Dar koridor için daha işlevsel bir çözüm olamaz. Koridorda kullanılan gömme dolap aynayla kaplanmış. Aynanın sağladığı derinlik ise koridorun daha geniş görünmesini sağlamış. İşlevsel konsol da evden çıkmadan önce ihtiyaç duyacağınız her şeyi koymak için yeterli boyutta! Bu aralar en sık karşılaştığımız ise evde kilim kullanımı!
Bembeyaz mutfak çoğumuzun hayallerini süsler. Aydınlık bir mutfak için beyaz mobilya harika bir tercih. İskandinav stili mutfak masası ve yerdeki kilimle oldukça sade bir ev!
Mutfak masasının üstünde kullanılan sarkıt lamba da farklı kullanımıyla ilham verici! Mutfak tavanının tam merkezinde olan ampulu mutfak masasının üstünde kullanmak için siz de böyle bir yol izleyebilirsiniz. Hem farklı hem de eğlenceli!
Merdivenlerde halı görüntüsü yaratmak için yapılan boyama işlemi harika görünüyor.
Bir haber spotu : Prof. Dr. Savaş, "Depresyon 2020 yılında dünyada en
fazla iş gücü kaybına neden hastalık haline gelecek" dedi.
Doğada olan biten ne varsa hâkim iktisada etkisi üzerinden kavrayan şu
öğrenilmiş çaresizliği görüyor musunuz? Düzenin insanlık karşısındaki
mutlak başarısı dilin işgalinde işte böyle ortaya çıkıyor. İnsana kaynak
demekle, bir hastalığı iş gücü kaybıyla ilişkilendiren bir tıp doktoru
yetiştirmek arasında kısacık ama oldukça trajik bir yol var. İnsanın
kendi halini sistemin bekasına tahvil edişinin izlerini görüyoruz.
İçimiz acıyor.
Oysa depresyon dediğimiz zaman insan için yaşamanın manasının
yitmesinden söz ediyoruz. Kederlerin kronikleşmesini, mutsuzluğun,
yerini yurdunu kaybetmişlik duygusunun içinden çıkılmaz bir hal almasını
anlıyoruz.
Sürekli bir melalin kurumsallaşarak insanı ölmek ve yaşamak arasında bir
tercih yapmanın fark etmeyeceği bir boyuta getirmesini söylüyoruz.
Vehamet başka nasıl anlatılabilir bilmiyorum? Bu korkunç halden
konuşurken bir insanın aklına nasıl işler güçler de yürümeyecek demek
geliyor?
Anlamamız gereken asıl patoloji budur. Zira bu bir insanın aklı değil,
ancak bir mekanizmanın aklıdır. Dişlerinin derdine düşmüş bir çarkın
söylemidir. Düşüncemizi teslim almış, dilimizi işgal etmiştir. Asıl
sorun budur.
Hiç kuşkum yok ki 2020 de artacak depresyonun sebebi de bizatihi bu
doktorun da teslim olduğu hakim iktisadın insanlığa dayattığı yaşam
biçimidir.
Tabi niye depresyon var sorusu asla konumuz olamıyor. Haber ve araştırmaların dilinde depresyonu hep mukadder kabul ediyoruz.
Düzenin doktorları tıpkı yobaz din adamları gibiler ve bu durumu günaha
girmek endişesiyle asla sorgulamıyorlar. Depresyonu gökten geliyor kabul
ediyorlar. Aslında ilaç endüstrisinin getirisini ve ekonomik hayatın
dayattığı hırs ve mutsuzluğun değiştirilmesinin maliyetini düşününce
haksız da sayılmazlar
İnsan yine de üzülüyor. Çünkü Dünya pekala bu haberin şöyle verildiği bir yer de olabilirdi.
"2020 yılında depresyon sebebiyle pek çok insanın daha eskisi gibi
aşık olamayacağı, yaşamanın ne muhteşem bir şey olduğunun farkına
varamayacağı, müzik dinlemekten, roman okumaktan, sabah uyanmaktan
bildiği tadı alamayacağı, insanın pırıltısının en önemli manivelası olan
düş kurabilmekten ve umutlu olmaktan kopacağı bildirildi. 2020
yılında pek çok insanın daha annesini ve babasını üzeceğinden endişe
eden doktorlar bunun önüne geçmek için çaba harcıyorlar."
6.
Beyoğlu Sahaf Festivali başladı. Beyoğlu Belediyesi tarafından
düzenlenen festival, Tepebaşı'ndaki TRT binasının hemen yanındaki alanda
kuruldu. 14 Ekim'e kadar devam edecek festivale, 75 sahaf katılıyor.
Sahaflık, başta kitap olmak üzere geçmişi bugüne taşıyan ve tarihe
tanıklık eden anları yansıtan, özel ilgi isteyen bir uğraş. Ancak,
Tepebaşı'ndaki festival için gerçek anlamda sahaf festivali demek biraz
güç...
Bu yıl altıncısı düzenlenen festival boyunca kitapların
yanı sıra bir döneme tanıklık eden dergiler, eski yazılar, gazeteler,
fotoğraflar, afişler, mektuplar, taş plaklar, albüm kapakları,
kartpostallar ve daha birçok özel koleksiyonlar meraklıların ilgisine
sunulacak.
Festival, henüz açılışında, tam da bu özelliğine uyan
bir sürprizle karşılaştı. Festival alanını gezen yazar Doğan Hızlan,
stantlardan birinde, 1950'lı yıllarda çekilmiş ve kendisinin de yer
aldığı bir fotoğraf gördü. Hızlan, bu sürpriz karşısında, fotoğraf
karesinde yer alanları tek tek saydı, fotoğrafın hikayesini anlattı.
20
yıldır kitapçı olan ve son 3 yılını sahaflığa adamış Seyit Kaya,
festivalin mesleklerinin geniş kesimlerce tanınması açısından iyi bir
olanak olduğunu düşünüyor. Gelişen teknoloji ile birlikte kitaba olan
ilginin azaldığından yakınan Kaya, yine de umutlu olduğunu söylüyor.
Kaya, “İnsanın olduğu yerde umut var ve biz de bu umuda güvenerek
işimizi yapmaya çalışıyoruz” diye konuştu.
Asuman Bektaş, daha
çok erkeklerin yer aldığı bu alanda, branşlaşmanın ve uzmanlaşmanın
gerekli olduğunu düşünüyor. Fuarla birlikte yeni insanlara ulaşmak, yeni
müşteri portföyü oluşturma hedefi taşıdıklarını dile getiren Bektaş,
“Böylece, yıllarca elimizde bulunan kitapların hareket kazanması, yeni
insanların eline ulaşması demektir” diyor.
Ancak adı Sahaflar
Festivali olan etkinlikte dikkat çeken bir yan da, stantların birçoğunda
eski kitaplar raflarda yer alırken, bu stantların birçoğunun dağıtım
şirketleri tarafından kiralanmış olması. Bir yanıyla kitaplar ve yakın
döneme tanıklık etmiş eserler yeni sahipleriyle buluşmak için beklerken,
diğer taraftan da sahaflığın ticarileşen yanı öne çıkıyor.
14
Ekim'e kadar açık olacak festival, yine de başta kitaplar olmak üzere
eskiye ilgi duyanlar için uğramadan geçemeyecekleri bir etkinlik.
İzlediğiniz muazzam siyah beyaz fotoğraf Sebastião Salgado isimli fenomen fotoğrafçının giriştiği uzun soluklu fotoğraf projelerinden birin olan ve Salgado’nun 2004′ten bu yana üzerinde çalıştığı ‘Genesis’ten bir kare. Fotoğrafın çekildiği yer ABD’nin Alaska eyaletindeki bir ulusal park. Bu proje dahilinde, gezegenin henüz insan tarafından ele geçirilmemiş mirasını fotoğraflama amacı güden Salgado vahşi yaşam ve bitki örtüsüyle beraber kültürü, gelenekleri ve doğayla uyum içerisinde yaşamaya devam eden insan topluluklarını da fotoğraflıyor.
Brezilya’da doğup ekonomi eğitimi aldıktan sonra 30 yaşında fotoğrafçı olmaya karar veren Salgado’nun ilk görüşte insanın aklında ebediyen yer etmesi kaçınılmaz olan onlarca fotoğrafı var.
Salgado ismini araştırınca karşılaşacağınız, her birisi insanların dünyaya bakış açısını değiştirme gücüne sahip olan projeleri, etkileyiciliklerini elbette Salgado’nun vizyonundan ve amaçlarından alıyor.
Salgado önce evinin önündeki pisliği temizleyerek çıkmış yola: 90’lı yıllarda Brezilya’da verdiği mücadeleyle insanlar tarafından tahrip edilmiş bir yağmur ormanı bölgesinin restore edilip ulusal park haline getirilmesine ön ayak olmuş misal.
Fotoğrafçının sosyal sorumluluk sahibi olanı, şüphesiz bir başka oluyor.
Adana Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen 19. Altın Koza Film Festivali 22 Eylül akşamı TÜYAP Uluslararası Kongre ve Fuar Merkezi’nde yapılan Kapanış ve Ödül Töreni ile sona erdi. Festival kapsamında yapılan Uluısal Uzun Metraj Film Yarışması’nın galibi ise, Orhan Eskiköy ve Zeynel Doğan’ın yönettiği ‘Babamın Sesi’ oldu.
17 Eylül’de başlayan Adana Büyükşehir Belediyesi 19. Altın Koza Film Festivali, 22 Eylül gecesi yapılan Kapanış ve Ödül Ödülleri Töreni ile son buldu.
Festival kapsamında yapılan Ulusal uzun Metraj Film yarışması’nın sonuçları ise şöyle:
En İyi Film: Babamın Sesi (Yapımcı: Özgür Doğan) Yılmaz Güney Ödülü: Şimdiki Zaman Jüri Özel Ödülü: Siirt’in Sırrı (İnan Temelkuran / Kristen Stevens) En İyi Yönetmen Ödülü: Pelin Esmer (Gözetleme Kulesi) En İyi Senaryo Ödülü: Orhan Eskiköy (Babamın Sesi) Mansiyon: Evin Demirhan (Siirt’in Sırrı) SİYAD En İyi Film Ödülü: Şimdiki Zaman
En İyi Görüntü Yönetmeni: Özgür Eken (Gözetleme Kulesi) En İyi Kadın Oyuncu: Nilay Erdönmez (Gözetleme Kulesi) En İyi Erkek Oyuncu: İlyas Salman (Lal Gece) / Engin Günaydın (Yeraltı) En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Laçin Ceylan (Gözetleme Kulesi) / Nihal Yalçın (Araf-Yeraltı) En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Menderes Samancılar (Gözetleme Kulesi) En İyi Müzik: Ödüle değer çalışma bulunamadı En İyi Kurgu: İnan Temelkuran, Kristen Stevens, Öner Biberkökü (Siirt’in Sırrı) En İyi Sanat Yönetmeni: Osman Özcan (Araf) Türkan Şoray Umut Veren Genç Kadın Oyuncu Ödülü: Neslihan Atagül (Araf) Umut Veren Genç Erkek Oyuncu Ödülü: Barış Hacıhan (Araf) Film Yön En İyi Yönetmen Ödülü: Erden Kıral Film Yön Jürisi Özel Ödülü: Belmin Söylemez
Yönetmen: Brian De Palma Oyuncular: Rachel McAdams, Noomi Rapace, Karoline Herfurth, Paul Anderson
Fransa-Almanya, 2012
İngilizce; Türkçe altyazılı, 97 dakika
Efsane sinemacı Brian De Palma'nın altı yıl aradan sonra sinemaya dönüşünü müjdeleyen Tutku, Dressed to Kill / Öldürmeye Hazır ve Basic Instinct / Temel İçgüdü tarzında bir erotik gerilim hikâyesi. Orijinal Ejderha Dövmeli Kız Noomi Rapace, müdürü Christine'e (Rachel McAdams) delicesine hayran olan hırslı işkadını Isabelle'i canlandırıyor. Masum, şirin ve kullanılmaya açık Isabelle'in bir sürü parlak fikri vardır. Christine de bu fikirleri çalmaktan çekinmez. Isabelle farkına varmadan Christine onu tehlikeli bir oyunun içine çekecek, bu işin sonu savaşa ve cinayete varacaktır. Eylül'de Venedik Film Festivali'nde ilk kez izleyici karşısına çıkan film ABD'den önce Filmekimi'nde gösteriliyor.
Atlas: 30 Eylül Pazar 21.30 ve 3 Ekim Çarşamba 11.00 Nişantaşı Citiy's Life: 29 Eylül Cumartesi 21.30 ve 5 Ekim Cuma 16:00
SAVAŞIN GÖLGESİNDE / LORE
2012 Locarno İzleyici Ödülü
Yönetmen: Cate Shortland Oyuncular: Saskia Rosendahl, Kai Malina, Nele Trebs, Ursina Lardi, Hans-Jochen Wagner, Mika Seidel, André Frid, Eva-Maria Hagen
Almanya-İngiltere-Avustralya, 2012
Almanca; Türkçe altyazılı, 108 dakika
Nazilere mensup annesiyle babası 1945 yılında Müttefikler tarafından tutuklanınca ortada kalan genç Lore, dört kardeşini önüne katıp 900 kilometre ötede, Hamburg'daki büyükannelerine doğru yola koyulur. Savaşın bitişiyle hüküm süren kargaşa, yokluk ve acının ortasında, Thomas adında gizemli bir Yahudi mülteciyle karşılaşması Lore'un dünyasını alt üst eder. Lore, tehlikeli yolculuklarında hayatta kalabilmek için düşman bildiği, hep nefret etmesi gerektiği öğretilen birine güvenmek zorunda kalacaktır. Somersault / Tepetaklak filminden sonraki bu ilk çalışmasında Cate Shortland, savaş sonrası acıları ve değişen dünyaya karşı büyümenin zorluklarını ele alıyor. Savaşın Gölgesinde, 2013 Oscar için Avustralya’nın adayı oldu.
Nişantaşı Citiy's Life: 29 Eylül Cumartesi 13.30 Beyoğlu: 30 Eylül Pazar 11.00 ve 30 Eylül Pazar 19.00 Atlas: 4 Ekim Perşembe 13.30
SÜPERSTAR / SUPERSTAR
Yönetmen: Xavier Giannoli Oyuncular: Kad Merad, Cécile de France, Louis-Do de Lencquesaing, Cédric Ben Abdallah, Alberto Sorbelli
Fransa-Belçika, 2012
Fransızca; İngilizce ve Türkçe altyazılı, 112 dakika
Bu felaket filmi, sıradan, normal bir adamın bir gecede, nedensizce bir ünlüye dönüşmesinin hikâyesini anlatıyor. Filmin adındaki süperstar, hiçbir özelliği olmayan, mütevazı Martin Kazinski. Her sabah yaptığı gibi metroya binen Martin, bir tuhaflık sezer. Herkes ona bakmaktadır. Sonra biri imzasını ister, bir diğeri fotoğrafını çeker, öbürü elini sıkar... Kısa sürede adı ve yüzü televizyondan internete her yere yayılmıştır. Herhangi bir özelliği, bir tanıdığı, hiçbir fikri olmayan Martin, birdenbire ünlü olmuş, bitmeyen, gitgide büyüyen bir şöhret rüzgârına kapılmıştır. Ancak beterin beteri vardır...
Nişantaşı Citiy's Life: 3 Ekim Çarşamba 13.30 ve 7 Ekim Pazartesi 19:00 Atlas: 4 Ekim Perşembe 16.00
NO / NO
2012 Cannes Sanat-Sinema Ödülü
Yönetmen: Pablo Larraín Oyuncular: Gael García Bernal, Alfredo Castro, Antonia Zegers, Marcial Tagle, Néstor Cantillana
Şili-ABD-Meksika, 2012
İspanyolca; Türkçe altyazılı, 115 dakika
Şili'nin askeri diktatörü Augusto Pinochet uluslararası baskılara boyun eğer ve 1988'de kendi başkanlığını referanduma götürme kararı alır. Muhalefet önderleri, "Hayır" kampanyalarını yönetmek üzere Rene Saavedra adında pek iddialı, genç bir reklamcıyla anlaşırlar. Son derece kısıtlı olanaklarına ve diktanın dur durak bilmeyen baskısına rağmen cevval Saavedra ve ekibi oylamayı kazanıp ülkelerini dikta rejiminden kurtarmanın yolunu bulmak üzere cesur bir plan yaparlar. Altın Lale'yi kazanan Tony Manero ve Post Mortem'in ardından gelen bu son filminde yönetmen Pablo Larraín, Pinochet'yle geçen uzun ve zulüm dolu yılların sona erdiği, generalin iktidardan indiği o benzersiz anı yeniden yaşatıyor.
Atlas 29 Eylül Cumartesi 13.30 Beyoğlu 2 Ekim Salı 13.30 ve 3 Ekim Çarşamba 21.30 Nişantaşı Citiy's Life: 4 Ekim Perşembe 13.30
DÜŞLER-DİYARI / BEASTS OF THE SOUTHERN WILD
2012 Cannes Altın Kamera, FIPRESCI (Belirli Bir Bakış) 2012 Sundance Jüri Büyük Ödülü, En İyi Görüntü
Altı yaşındaki Hushpuppy, Louisiana'daki bentlerin güneyinde dimdik ayaktadır. Onu kıyamet gününe hazırlayan babası Wink esrarengiz bir hastalığa yakalandığında, doğa çığırından çıkar. Hava ısınır, buzullar erir ve tarih öncesi yaratıklardan oluşan bir ordu donmuş mezarlarından kalkar. Şimdi Hushpuppy'nin dünyanın bir ucuna gidip annesini bulması ve evreni tamir etmesi gerekmektedir. Benzersiz, unutulmaz, etkileyici bu kahramanlık öyküsü ve filmin inanılmaz küçük oyuncusu Quvenzhané Wallis Sundance ve Cannes'ın tartışmasız yıldızı oldu.
Atlas: 29 Eylül Cumartesi 16.00 Nişantaşı Citiy's Life: 2 Ekim Salı 21.30 Beyoğlu: 3 Ekim Çarşamba 13.30 ve 4 Ekim Perşembe 19.00
İzlediğiniz kare fotoğraf tarihinin en önemli isimlerinden Ansel Adams’a ait.
Fotoğraftan önce Ansel Adams’ın fotoğraf tarihindeki önemine değinmek istiyorum.
Adams, fotoğrafın
sanat olarak kabul edilmesi için çabalayan erken dönem
fotoğrafçılarının, çareyi resim gibi görünen fotoğraflar çekmekte
bulmasına, ‘arı fotoğrafçılık akımı’ ile son veren kişilerden.
O dönem arı fotoğrafçılık ile “fotoğraf dışındaki herhangi
bir sanat dalından türemiş hiç bir tekniği, kompozisyonu ya da fikri
sahiplenmeyen” fotoğrafçılığı kast ederlermiş.
Adams ve saz arkadaşlarının geliştirdiği yeni bakış açısı,
bir anlamda fotoğrafın kendi ayakları üzerinde durma mücadelesinin
temellerini atmış.
İzlediğiniz fotoğraf Adams’ın ölümünden yıllar sonra bulunan, daha önce yayımlanmamış 200 civarındaki fotoğrafından biri.
Meğer 1941 yılında Amerikan içişleri bakanlığı Ansel
Adams’ı ABD’nin çeşitli yerlerinin büyük format fotoğraflarını çekmesi
için kiralamış.
Japonlar Pearl Harbor’a saldırınca proje erken bitirilmiş.
Adams’ın o zamana kadar çektiği fotoğraflar da, yıllar sonra fark edilene kadar bir rafta beklemiş.
Ne güzel sürpriz.
Fakat bu bir kenara, ABD İçişleri Bakanlığı’nın 70 yıl önceki tutumuna bakınca içimi adını koyamadığım bir kıskançlık kaplıyor.
Johnny Allen "Jimi" Hendrix Amerikalı gitarist, gitar virtüözü, şarkıcı, söz yazarı ve kültürel ikon.
Henüz 27 yaşında iken 18 Eylül 1970 tarihinde Londra'daki Semerkand
Hoteli'nin zemin katında ölü bulundu. Aşırı içki ve uyku hapından öldüğü
düşünülüyor.
Hendrix rock tarihinin en etkili müzisyenlerinden birisidir.
İlk olarak İngiltere'de ün kazanan Hendrix, 1967 yılında yapılan
Monterey Pop Festivali'nden sonra tüm dünyaca ünlü oldu. Ayrıca ünlü
Woodstock Festivali'nde headliner(assolist) oldu.
Hendrix nasıl gitar çalınacağını kendi başına öğrendi ve genellikle Fender Stratocaster kullandı.
O sol elini kullanan bir gitarist olduğu için dizeleri tersten eklenmiş bir gitar kullanırdı.
2003 yılında Rolling Stone dergisi tarafından tüm zamanların en büyük gitaristi seçildi.
Sakıp Sabancı Müzesi, Fransız empresyonist (izlenimci) ressam Claude
Monet'in tablolarını Türkiye'ye getiriyor. 9 Ekim 2012 tarihinde
başlayacak olan sergi 6 Ocak 2013 tarihine kadar görülebilecek. Bu sergi
ile ilk kez Monet tabloları da Türkiye'de sergilenmiş olacak.
‘Monet’nin
Bahçesi’ adlı sergi, “Belki de ressam olmayı çiçeklere borçluyum” diyen
Monet’nin kendi elleriyle yarattığı ve yaşamının son 30 yılını
geçirdiği, resimlerinin ilham kaynağı Giverny Bahçesi’yle aile yaşamına
odaklanıyor.
"Monet'in Bahçesi" adını alan sergide ağırlıklı olarak Monet’nin çiçek ve doğa temalı tabloları yer alacak.
İzlenimci akımın öncülerinden olan Monet'in izlenimcilik akımına adını
veren tablosu Gün Doğumu'da sergi sayesinde görülebilecek önemli
eserlerin başında yer alıyor.
Bu zamana kadar; Picasso, Rodin, Dali, Rembrand ve Çağdaşları gibi
önemli ressamların resimlerine ev sahipliği yapan Sakıp Sabancı
Müzesi'nin ziyaret saatleri ise şöyle:
Salı - Pazar : 10.00-18.00
Çarşamba - Cumartesi : 10.00-20.00
Pazartesi günleri kapalıdır. Çarşamba günleri ücretsizdir.
İSTANBUL’DA kuşkusuz keşfedilecek çok fazla lezzet var.
Bunların arasından ara sokaklarda yer alan, kendine belli bir müşteri kitlesi edinmiş 7 ‘ünlü’ mekan:
Klemuri
Çukur Meyhane
Fıccın
Çiya
Zübeyir Ocakbaşı
Filibe Köftecisi
Sakarya Tatlıcısı
Klemuri
Klemuri, Pazar
(Rize) Lazca’sında eski mutfaklarda yemek kazanının asıldığı zincire
deniyor. Adından da anlaşılacağı üzere burada Karadeniz yemekleri
yapılıyor. Karalahana çorbası, silor (Karadeniz mantısı), gulaş (Gürcü
yahnisi), muhlama, hamsi tava, Karadeniz tabağı (otlu patates, pazı
kavurma, cevizli soğan kızartma, turşu kavurma, yoğurt) menüsündeki
lezzetlerdan bazıları. Makarna, salata, tavuk çeşitleri de var. Yüksek
tavanlı mekanı, kitaplar ve resimlerin yer aldığı duvarlarıyla sıcak bir
ortama sahip.
Galatasaray’da yer
alan bu küçük meyhane, lezzetli mezeleri ve balıklarıyla ünlü. Deniz
börülcesi, patlıcan ezme, şişte levrek veya şişte hamsi
deneyebilirsiniz. Yaprak ciğer ve balık köftesi, diğer tadılması gereken
lezzetlerinden. Gitmeden önce rezervasyon yaptırmakta fayda var; zira
yer bulmak pek kolay değil. Önceden dışarıya masa koyuyorlardı; ama pek
çok yerde olduğu gibi şu an izinleri yok. Çıkmasını bekliyorlar…
Her gün farklı
çeşitte ev yemekleri yapıyor. Örnek bir ‘günün menüsü’: Yayla çorbası,
mercimek çorbası, püreli tas kebap, mantarlı sac kavurma, kadınbudu
köfte, kabak beğendili köfte, ekşili nohutlu bamya, kaşarlı mantarlı
enginar, fesleğenli tagliatelle, biber dolma, ıspanak kavurma,
karnıyarık. Mekanın ayırt edici özelliği ise Çerkez mutfağından örnekler
sunulması. Bulgurlu pazı yemeği, ıspanaklı kereviz dolma, Çerkes
böreği, menüdeki dikkat çekici lezzetlerden.
1987 yılında
Kadıköy Çarşı’da kebapçı olarak kuruldu. Kurucusu Musa Dağdeviren,
yaptığı uzun araştırmalar sonucu zengin bir kebap mönüsü oluşturmuş
durumda. Zaten 1998′de yine anı sokakta Anadolu mutfak kültüründe artık
yörelerinde bile unutulmaya yüz tutmuş yemeklerin yapıldığı Çiya Sofrası‘nı kurdu. Burada çoğunlukla Güneydoğu ve Doğu Akdeniz Mutfağı yemekleri yapılıyor.
Mekanın hem ustası
hem de işletmecisi Zübeyir Ertaş’ın elinden çıkıyor tüm kebaplar. 25
yıldır bu sektörde usta olarak hizmet veren Ertaş, kendi adıyla açtığı
ocakbaşında rüştünü ispat etmiş durumda. Izgara et çeşitlerinin yanı
sıra közde patlıcan ve kabak salatasını denemelisiniz. Tatlı olarak
közde dört-beş saatte pişen ayva tatlısı var.
İstanbul’da birçok
Filibe Köftecisi var tabii ki… Bunların en eskisi Sirkeci’deki.
Porsiyonları biraz küçük ama lezzeti sizi buraya gittiğinize pişman
etmeyecek. Nişantaşı’ndaki Filibe Köftecisi de küçük dükkanında bir o
kadar lezzetli köfteler yapıyor. Yusuf Usta’nın köfteleri, her gün taze
yapılıyor ve hiç katkı kullanılmıyor. Ve kömür ateşinde pişiriliyor.
Balık Pazarı’nın
cümbürtüsü içinde 50 yıldır birbirinden lezzetli tatlılar sunan mekan.
Önünden geçerken vitrine dizdikleri tatlılar iştah kabartıyor.
Çoğunlukla şerbetli tatlılar var. Bunlardan bazıları, baklava,
dilberdudağı, revani. Bunların yanı sıra mevsiminde yaptıkları ayva
tatlısını denemelisiniz.
Adres: Dudu Odaları Sokak, No: 3, Balık Pazarı, BeyoğluTel: (0212) 249 24 69
İzlediğiniz eser meşhur fotoğraf sanatçısı Andreas Gursky’ye ait. Gursky’nin bu fotoğrafı birkaç ay önce bir açık artırmada 4.3 milyon dolara satılarak dünyanın en pahalı fotoğrafı unvanını kazandı. Muhtemelen bir kısmınız “bu fotoğrafın nesi 4.3 milyon dolar” diye düşünüyor.
Andreas Gursky geçtiğimiz yıllarda özellikle insanlığın endüstriyel bileşenlerinin şehir yaşantısında ortaya çıkardığı örüntüleri belgelediği çalışmaları ile gündeme gelmiş, eserlerinin içerdiği derin kültürel eleştiriler ile dünya mirasına büyük bir iz bırakacağı konusunda tartışılacak pek bir şey olmadığını herkese göstermişti.
Fakat Gursky’nin saygın bir fotoğrafçı olmasıyla fotoğrafına ödenen miktar, ya da fotoğrafa ödenen miktar ile fotoğrafın gerçek değeri arasında manalı bir korelasyon aramak gereksiz. Bir fotoğrafın gerçek değerini fotoğrafçısı belirlemez. Neyin fotoğraflandığı da belirlemez. Fotoğrafın ‘banknot’ cinsinden değerini belirleyen alıcının reklamını yaptığı değerin de fotoğrafın gerçek değeri ile ilgisi yoktur. Bir fotoğrafın gerçek değerini yalnızca ‘izleyen’ belirleyebilir. İzleyicinin belirlediği değerin evrenselliği de yoktur; herkesin biçtiği değer havaya karışır gider. Hatta kendisini fotoğraf sanatçısı olarak niteleyip, insanların beğenisi için fotoğraf çeken kişiyi son derece ironik bir duruma düşüren de tam olarak budur.
İstanbul Kültür Sanat Vakfı
(İKSV) tarafından 11. kez düzenlenen Filmekimi, bu yıl Vodafone
FreeZone sponsorluğunda 29 Eylül-7 Ekim tarihlerinde gerçekleştiriliyor.
Sinemaseverlerin her yıl iple çektiği; İKSV tarafından bu yıl 11.si düzenlenecek olan Filmekimi’nde bu yıl, yine sinema dünyasından parlak yapımlar, usta yönetmenlerin dünyanın belli başlı festivallerinde gösterilmiş, ödüller kazanmış son yapıtlarının da aralarında bulunduğu 39 film izleyicilerin karşısına çıkacak. Zengin programıyla Filmekimi, 29 Eylül-7 Ekim tarihlerinde, İstanbul'da 9 gün boyunca Atlas, Beyoğlu ve Nişantaşı Citylife City’s olmak üzere 3 sinemada izleyicilerle buluşacak.
Filmekimi bu yıl da Türkiye'nin dört bir köşesini geziyor
11. Filmekimi bu yıl da İstanbul sınırlarını aşarak Türkiye’nin 8 farklı şehrine sinemanın en iyi ve en güncel örneklerini götürecek. Geçen yıl ilk kez İstanbul’a ek olarak beş şehirde daha sinemaseverlerle buluşan Filmekimi gösterimleri, bu yıl Bursa, İzmir, Ankara, Erzurum, Diyarbakır ve Gaziantep’te gerçekleştirilecek. Ayrıca Van ve Batman'da da Filmekimi kapsamında ücretsiz gösterimler yapılacak.
İstanbul dışındaki kentlerde, 11. Filmekimi programındaki filmlerinden yapılacak bir seçkinin yanı sıra nisan ayında yapılan 31. İstanbul Film Festivali'nde gösterilen filmlerin de yer aldığı özel bir seçki sunulacak. Filmekimi kapsamında bu yıl Avrupa Birliği MEDIA programının desteği ve Saraybosna, Sofya ve Transilvanya Film Festivalleri’nin işbirliğiyle İstanbul dışında yapılacak.
Filmekimi gösterimlerinin tarihleri şöyle:
29 Eylül - 7 Ekim: İstanbul: Atlas, Beyoğlu, Nişantaşı
29 Eylül - 1 Ekim: Bursa Korupark Sineması
5 - 7 Ekim: İzmir Karaca Sineması
12 - 14 Ekim: Ankara Büyülü Fener Kızılay Sineması ve Erzurum Cinetekno Sineması
19 - 21 Ekim: Gaziantep Sinepark Nakıp Ali Sineması ve Diyarbakır Avrupa Sineması
FİLMEKİMİ PROGRAMINDA NELER VAR? Ödüllü filmler Filmekimi’nde
ACI / PIETA / Kim Ki-duk
Güney Koreli yönetmen Kim Ki-duk’un, Eylül ayında 69. Venedik Film
Festivali’nde Altın Aslan ödülü alan son filmi Acı / Pieta, Venedik’ten
sonra ilk kez Filmekimi’nde gösteriliyor. Tefeciler adına çalışan zalim
ve yalnız bir adamın ve günün birinde karşısına çıkarak annesi olduğunu
iddia eden bir kadının hikâyesini anlatan film, şiddet sahneleri
yüzünden Kore’de şimdiden büyük bir tartışma yarattı.
AŞK / LOVE / Michael Haneke
Filmekimi, bu yıl Cannes’da Altın Palmiye kazanan ve başrollerdeki
Jean-Louis Trintignant ve Emmanuelle Riva’nın muhteşem oyunculuklarıyla
hafızalara kazınan Michael Haneke’nin Aşk / Love filmini sunuyor.
Yılların eskitemediği deneyimli oyuncu Jean-Louis Trintignant’ın 14 yıl
aranın ardından ilk kez setlere döndüğü filmde usta oyuncuya Emmanuelle
Riva, Isabelle Huppert ve Alexandre Tharaud gibi yıldız isimler eşlik
ediyor. Seksenli yaşlarını sürmekte olan Georges ve Anne, birbirlerine
çok bağlı, emekli, kültürlü müzik
öğretmenleridir. Anne’ın felç geçirmesiyle, aralarındaki sevgi bağı
gitgide zorlanıyor. Haneke’nin bu iç burkan dramı, merhametli olduğu
kadar acımasız, gerçekçi ve yürek paralayıcı. Aşk, Haneke’ye Cannes’da
Beyaz Bant’tan üç yıl sonra ikinci kez Altın Palmiye’yi kazandırdı ve
2013 için Avusturya’nın Oscar adayı oldu.
MELEKLERİN PAYI / THE ANGELS’ SHARE / Ken Loach
Cannes’da 2012 Mayıs ayında Jüri Ödülü alan ve Ken Loach’in
yönetmenliğini yaptığı Meleklerin Payı / The Angels’ Share,
Filmekimi’nin merakla beklenen filmlerinden. Siyasetle mizahı ustalıkla
bir araya getiren yönetmen Ken Loach, uzun süredir birlikte çalıştığı
senaryo yazarı Paul Laverty ile yeniden el ele veriyor ve İskoçya’nın
başkenti Glasgow’da bir grup genç suçluyu kara mizah kullanarak merceği
altına yatırıyor.
TEPELERİN ARDINDA / BEYOND THE HILLS / Cristian Mungiu
Cristian Mungiu’nin bu yıl Cannes Film Festivali’nde 2 ödül birden
kazanan filmi Tepelerin Ardında / Beyond the Hills, Filmekimi’nin ses
getirecek filmlerinden olacak. Filmin her iki başrol oyuncusu, Cosmina
Stratan ve Cristina Flutur Cannes’da “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü
paylaşırken, Christian Mungiu da “En İyi Senaryo Ödülü”nü aldı. Cristian
Mungiu, 4 Ay,
3 Hafta, 2 Gün filmiyle, 2007 yılında Cannes’da Altın Palmiye
kazanmıştı. Film, rahibeliği seçen çocukluk arkadaşını manastırdan
çıkarmaya kararlı bir kızın mücadelesini ele alıyor.
ONUR SAVAŞI / THE HUNT / Thomas Vinterberg
Dogma 95 kurucularından Thomas Vinterberg, verdiği aradan sert olduğu
kadar zorlayıcı bir öyküyle dönüyor. Bu yıl Cannes’da büyük gürültü
koparan ve başrol oyuncusu Mads Mikkelsen’e En İyi Erkek Oyuncu ödülünü
getiren Onur Savaşı / The Hunt filminde, haksız yere çocuk taciziyle
suçlanan ve mahvolan yaşamını yeniden kurmaya çalışan bir adamın
hikâyesi anlatılıyor.
DÜŞLER DİYARI / BEASTS OF THE SOUTHERN WILD / Benh Zeitlin
Benzersiz, unutulmaz, etkileyici bu kahramanlık öyküsü, Sundance ve
Cannes’ın tartışmasız yıldızı olan Benh Zeitlin’in yönetmeliğini yaptığı
Düşler Diyarı / Beasts of the Southern Wild, Filmekimi programının en
parlak ödüllü filmlerinden. Filmde, Louisiana’da, bentlerin ardında
yaşayan altı yaşındaki küçük Hushpuppy’nin babasının esrarengiz bir
hastalığa yakalanması ve ardından gelen olaylar masalsı bir diller
anlatılıyor. Film, bu yıl Cannes'da en iyi ilk filme verilen Altın
Kamera ve FIPRESCI (Belirli Bir Bakış), Sundance'te ise Jüri Büyük Ödülü
ve En İyi Görüntü ödüllerini aldı.
ÇOCUKLAR / CHILDREN OF SARAJEVO / Aida Begic
TRT ile yönetmen Semih Kaplanoğlu’nun ortak yapımcılığında çekilen
Çocuklar / Children of Sarajevo filminde yönetmen Aida Begic, Bosna’da
savaş sonrasının zorlu şartlarını incelikli bir yaklaşımla ele alıyor.
Filmde anne-babalarını savaşta kaybeden genç Rahime ile kardeşi Nedim’in
zorlu şartlar altında Saraybosna’da verdikleri yaşam mücadelesi
anlatılıyor. Aida Begic, Kar adlı filmiyle 2008’de Cannes’da
Eleştirmenler Haftası Büyük Ödülü’ne layık görülmüştü. Çocuklar, Mayıs
2012’de Cannes’da Belirli Bir Bakış–Jüri Özel Övgüsü, Pesaro’da En İyi
Film, Genç Jüri Ödülü ve Uluslararası Af Örgütü ödüllerinin sahibi oldu.
KOŞULSUZ SEVGİ / BROKEN / Rufus Norris
Tanınmış tiyatro ve opera yönetmeni Rufus Norris’in ilk sinema filmi
Koşulsuz Sevgi / Broken, on bir yaşındaki şeker hastası Skunk’ın masum
çağlarını sona erdiren olaylı yaz tatilini konu alıyor. Cannes’da
Eleştirmenler Haftası’nın açılışını yapan, Daniel Clay’in romanından
uyarlanan filmin özgün müziklerinde Damon Albarn’ın imzası var.
BAŞTAN AL / CAMILLE REWINDS / Noémi Lvovsky
Noémi Lvovsky’nin hem yönettiği hem de başrolünü üstlendiği, Cannes
Film Festivali’nin Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünde En İyi Fransızca
Film ödülünü kazanan son filmi Baştan Al / Camille Rewinds, 1980’lerin
unutulmaz, parlak, çılgın, isyankâr dünyasını anlatıyor. Bu hareketli,
nostaljik ve hınzır filme adını veren kahraman Camille, yılbaşı gecesi
birden bire 16 yaşına geri dönerek, annesi, babası, arkadaşları ve 25
yıl önce evlendiği Eric’le yeniden karşılaşıyor. Film, Locarno Film
Festivali’nde de Variety Dergisi’nin Piazza Grande Ödülü’nü aldı.
DUVAR / THE WALL / Julian Roman Pölsler
Marlen Haushofer’in kült romanından uyarlanan, Julian Roman Pölsler’in yönetmenliğini üstlendiği Duvar / The Wall, yalnızlık
ve hayatta kalmaya dair özgün bir deneyim sunan çağdaş Robinson Crusoe
öyküsü. Bir kadının köpeğiyle birlikte görünmez bir duvarın ardında
mahsur kaldığı Avusturya dağlarındaki bir kulübede geçen Berlin Film
Festivali’nde Kiliseler Birliği Ödülü’nü aldı.
GÖLGEDE DANS / SHADOW DANCER / James Marsh
Kral / The King ve Oscar’lı Teldeki Adam / Man on Wire filmlerinin
yönetmeni James Marsh’ın son filmi Gölgede Dans / Shadow Dancer, IRA
meselesini ideolojiye takılmadan, insani bir boyutta ele alan çarpıcı
bir psikolojik gerilim. Kuzey İrlanda’nın
bağımsızlığına kendini adayan bir dava kadınının Londra’da metroya
bomba yerleştirme suçlamasıyla tutuklanmasının ardından gizli servisin
ona sunduğu zorlu seçimi konu alan filmde Clive Owen gizli servis ajanı
rolünde. Filmin oyuncuları Andrea Riseborough ve Brid Brennan ise
Edinburgh Film Festivali'nde En İyi Oyuncu ödülüne layık görüldüler.
SAVAŞIN GÖLGESİNDE / LORE / Cate Shortland
Cate Shortland, Tepetaklak / Somersault filminden sonraki bu ilk
çalışmasında, savaş sonrası acıları ve değişen dünyaya karşı büyümenin
zorluklarını ele alıyor. 2012 Locarno İzleyici Ödülü layık görülen
Savaşın Gölgesinde / Lore, savaşın bitişiyle hüküm süren kargaşa, yokluk
ve acının ortasında, Thomas adında gizemli bir Yahudi kaçakla
karşılaşan Lore’un dünyasını anlatıyor. Savaşın Gölgesinde,
Avustralya’nın 2013 Oscar adayı olarak ilan edildi.
AI WEIWEI: ASLA PİŞMAN OLMA / AI WEIWEI: NEVER SORRY / Alison Klayman
Bu yılki Sundance’de Jüri Özel Ödülü’nün sahibi olan, Alison
Klayman’ın son filmi Ai Weiwei: Asla Pişman Olma / Ai Weiwei: Never
Story, Çin’in en tanınmış sanatçısı Ai Weiwei’in keskin sansür ve
etkisiz bir hukuk anlayışının hüküm sürdüğü ülkesinde, baskılara rağmen,
sözlerini sakınmadan sanatı ve sosyal medya aracılığıyla kitleleri
örgütleyişini konu alıyor. Ai Weiwei: Asla Pişman Olma, bu dijital çağ
muhalifinin içyüzüne bakarken onun küresel çaptaki etkililiğini ve
sanatla siyasetin sınırlarını inceliyor.
NO / Pablo Larraín İstanbul
Film Festivali’nde Altın Lale’yi kazanan Tony Manero ve 2010 yapımı
Post Mortem’in ardından gelen son filmi No’da yönetmen Pablo Larraín,
Şili’nin askeri diktatörü Augusto Pinochet ‘ye karşı yürütülen bir
reklam kampanyasını ele alıyor. Pinochet’nin baskılara boyun eğerek
1988’de kendi başkanlığını referanduma götürme kararı alışı ardından
muhalefet önderleri “Hayır” kampanyalarını yönetmek üzere genç ve küstah
reklamcı Rene Saavedra ile anlaşıyorlar. Başrollerinde Gael Garcia
Bernal’ın yer aldığı film bu yıl Cannes’da Sanat-Sinema Ödülü’ne layık
görüldü.
Usta yönetmenlerin son filmleri Filmekimi’nde BEN VE SEN / ME AND YOU / Bernardo Bertolucci
Yeni Dalga’nın ruhu, büyük usta Bernardo Bertolucci’nin Düşler,
Tutkular ve Suçlar’dan yedi yıl sonra çektiği ve Cannes’da yarışma dışı
gösterilen son filminde yeniden hayat buluyor. Ben ve Sen / Me and You
filminin anti-kahramanı, okuldan nefret eden, dünyanın sonuna dair tuhaf
fikirleri olan, ailesiyle arası bozuk 14 yaşındaki Lorenzo. Bir kaçamak
yaparak gözlerden uzak kafa dinlemek isteyen Lorenzo, kendinden hayli
büyük yaştaki üvey kız kardeşi Olivia ile bir hafta geçirmek zorunda
kalıyor.
BİZ VE BEN / THE WE AND THE I / Michel Gondry
İlk olarak Foo Fighters, Björk, Beck, Massive Attack, Radiohead, Daft
Punk gibi gruplar için çektiği, birer film niteliğindeki video
klipleriyle ünlenen, daha sonra Sil Baştan / Eternal Sunshine of the
Spotless Mind filmi ile büyük başarı ve Oscar kazanan senarist, yönetmen
ve yapımcı Michel Gondry’nin yeni filmi Biz ve Ben / The We and The I
Filmekimi’nde izleyicilerle buluşuyor. Cannes’da Yönetmenlerin On Beş
Günü bölümünün açılış filmi olarak gösterilen Biz ve Ben, Bronx’lu bir
grup ortaokul ve lise öğrencisinin okulun son gününde eve dönüşlerini
dokunaklı olduğu kadar neşeli bir yolla ele alıyor. Gondry’nin bu
oyuncaklı ve şaşırtıcı “yol filminde" erkek arkadaşlar, zorbalar, saç
şekilleri, sürü psikolojisi, pis şakalar, cep telefonları ve gençliğe
dair her şey ustalıklı bir dille anlatılıyor.
KATİL JOE / KILLER JOE / William Friedkin
Efsane Şeytan / The Exorcist filminin yönetmeni William Friedkin’in son filmi 22
yaşındaki torbacı Chris Smith’in hayat sigortasından para alabilmek
üzere annesini öldürtmek üzere tuttuğu Katil Joe’yu ve onunla yaptığı
pazarlığı konu alıyor. Yönetmen Friedkin’in “prensin aynı zamanda hem
kiralık katil hem de Dallas’ta şerif olduğu bir Külkedisi
masalı” şeklinde tanımladığı filmde olağanüstü karizmatik Joe, beş
parasız Chris’in teklifini tek bir şartla kabul eder: Sigortadan para
gelene dek Chris’in kız kardeşi Dottie’yi cinsel arzularını gidermek
için kullanacaktır. Filmin başrollerinde Matthew McConaughey, Emile
Hirsch, Thomas Haden Church, Juno Temple gibi tanınmış isimler yer
alıyor.
CENNETTEKİ ÇÖPLÜK / POLLUTING PARASIDE / Fatih Akın Almanya’da yaşayan Türk asıllı yönetmen Fatih Akın’ın,
Cannes’da özel bir seansta gösterilen son filmi Cennetteki Çöplük /
Polluting Paradise Filmekimi’nde… Yönetmenin “en Türk filmim” olarak
nitelendirdiği Cennetteki Çöplük, babasının memleketi olan Trabzon’un
Çamburnu ilçesinde çektiği bir protesto filmi. İlçeye, dolgu bir çöplük
sahası inşa edilmesine karar verilmesinin üzerine Akın, yaklaşan bu
felakete karşı protesto için bildiği tek yöntemi seçti ve bu küçük köyün
yetkililere karşı mücadelesini beş yıl boyunca filme aldı.
TUTKU / PASSION / Brian De Palma
Efsane sinemacı Brian De Palma’nın altı yıl aradan sonra sinemaya
dönüşünü müjdeleyen Tutku / Passion, Dressed to Kill / Öldürmeye Hazır
ve Basic Instinct / Temel İçgüdü tarzında bir erotik gerilim hikâyesi.
Orijinal Ejderha Dövmeli Kız Noomi Rapace, müdürü Christine’e (Rachel
McAdams) delicesine hayran olan hırslı işkadını Isabelle’i
canlandırıyor. Masum, şirin ve kullanılmaya açık Isabelle’in bir sürü
parlak fikri vardır. Christine de bu fikirleri çalmaktan çekinmez.
Isabelle farkına varmadan Christine onu tehlikeli bir oyunun içine
çekecek, bu işin sonu savaşa ve cinayete varacaktır. Eylül’de Venedik
Film Festivali’nde ilk kez izleyici karşısına çıkan Tutku, ABD’den önce
Filmekimi’nde gösteriliyor.
Filmekimi’nin merakla beklenen diğer filmlerinden seçmeler
SEVMEK GİBİ / LIKE SOMEONE IN LOVE / Abbas Kiarostami
Aşk, kaçırılan fırsatlar ve geçişken kimlikler, İranlı auteur Abbas
Kiarostami’nin Cannes’da yarışan son filmi Sevmek Gibi / Like Someone in
Love’ın ana temasını oluşturuyor. Toskana’da geçen bir aşk öyküsünü
anlattığı Aslı Gibidir / Certified Copy filminin ardından Kiarostami bu
kez Japonya’da,
insanı şaşırtan, tuhaf bir ilişki üçgenini ele alıyor. Sevmek Gibi,
insan ruhunu dikkatlice incelerken en derinde gizli kalmış hislerini de
açığa çıkartıyor.
HAVANA’DA 7 GÜN / 7 DAYS IN HAVANA / Benicio del Toro, Pablo Trapero, Julio Medem, Elia Suleiman, Gaspar Noé, Juan Carlos Tabio, Laurent Cantet
Yedi farklı yönetmenin, Havana'da geçen birbirinden farklı 7 öykü
anlattığı Havana’da 7 Gün / 7 Days in Havana, Filmekimi’nin merakla
beklenen filmlerinden... Filmin yedi öyküsünün her biri haftanın ayrı
bir gününü anlatıyor. Filmi samimi ve gerçekçi kılan ise şehre turistik
bir gözle bakmayı reddetmesi ve şehrin ruhunu özümseyerek, zengin bir
yelpazeyi oluşturan farklı nesil ve kültürleri bir araya getirmeye
çalışması. İlk yönetmenlik denemesiyle oyuncu Benicio del Toro’nun yanı
sıra kendi yönettiği bölümde başrolü oynayan Elia Suleiman ve bu kez
kameranın önüne geçen yönetmen Emir Kusturica, Havana’ya has sıcak ve
yoğun duyguları yakalayan filmde dikkat çekiyor. Filmin diğer
yönetmenleri ise Elefante Bianco / Beyaz Fil adlı filmiyle Cannes’da
ilgi toplayan Arjantinli Pablo Trapero, Room in Rome / Ateşli Oda ve
Kaotik Ana filmleriyle tanınan Julio Medem, Irréversible ve Enter the
Void filmlerinden festival seyircilerinin yakından tanıdığı Gaspar Noé,
Waiting List / Otobüs Durağı adlı filmiyle tanınan Juan Carlos Tabio ve
Entre les murs / Sınıf ile 2008’de Altın Palmiye kazanan Laurent Cantet.
HAYALİMDEKİ AŞK / RUBY SPARKS / Jonathan Dayton & Valerie Faris
Bu yılın merakla beklenen bağımsız filmlerinden Hayalimdeki Aşk /
Ruby Sparks’ın yönetmenliğini Little Miss Sunshine / Küçük Gün Işığım’ın
yönetmen çifti Jonathan Dayton ve Valerie Faris üstleniyor. Aşk ve
ilişkiler üzerine şirin, olanaksız, acı-tatlı, bir hayal bir gerçek bir
film olan Hayalimdeki Aşk’ın senaryo yazarı, başrolü de gerçek hayattaki
sevgilisi Paul Dano ile paylaşan Zoe Kazan. Annette Bening, Antonio
Banderas, Steve Coogan gibi tanınmış isimlerin bir araya geldiği filmin
müzikleri ise Devotchka’nın solisti Nick Urata’ya ait.
KAYIP ÇOCUKLUK / CLANDESTINE CHILDHOOD / Benjamin Avila
Yönetmen Benjamin Avila’nın, başından geçen gerçek olaylardan
esinlenerek çektiği bu ilk filmi Kayıp Çocukluk / Clandestine Childhood,
San Sebastian ve Havana Film Festivalleri’nden yapım ödülleri aldıktan
sonra seyirciyle ilk kez Cannes Film Festivali’nde buluşmuştu. Kayıp
Çocukluk, gizlenerek bir yaşam sürdürmek, aktivist olmak ve âşık olmak
gibi kavramları 12 yaşındaki Juan’ın gözünden anlatıyor.
KARA OYUN / BLACK’S GAME / Oskar Thor Axelsson
Oskar Thor Axelsson’un yönetmenliğini üstlendiği Kara Oyun / Black’s
Game, çılgın teknikleri, yüksek temposu, amansız şiddeti ve çarpıcı müzik
kullanımıyla Trainspotting ve Koş Lola Koş gibi filmlerin tükenmez
enerjisini örnek alıyor. Yapımcılığını en son Drive / Sürücü ile
Cannes’da En İyi Yönetmen ödülü kazanan Nicolas Winding Refn’in
üstlendiği film İzlanda suç dünyasının ufak tefek işlerden örgütlü ve
vahşi, devasa bir sanayiye dönüştüğü 1990’ların sonundaki “büyüme
çağı”nı mercek altına yatırıyor. Her şey toplumu derinden sarsan birkaç
olayla başlıyor: iki silahlı banka soygunu, büyük bir sigorta yolsuzluğu
ve ülke tarihinin en büyük uyuşturucu baskını.
YANLIŞ / WRONG / Quentin Dupieux
Yönetmen Quentin Dupieux’nün Steak ve Lastik / Rubber filmlerinden
sonraki üçüncü filmi Yanlış / Wrong, Bunuel ve Ed Wood’un birlikte
çektiği gerçeküstü bir komedi hissi veriyor. Kayıp bir köpek, bir dizi
tuhaf insan, akıllara zarar, delicesine komik bir macera… Dolph
Springer bir sabah uyandığında hayatının tek aşkı, köpeği Paul’ün
kaybolduğunu fark eder. Paul’ün peşine düşen Dolph’un yoluna hayatlarını
değiştireceği kişiler çıkar: pizza dağıtan bir nemfoman, bütünleşme
arayışında koşu meraklısı bir komşu, Fransız-Meksika asıllı bir
fırsatçı, iyice dengesiz bir hayvan dedektifi… Köpeğini ararken Dolph, bu uğurda kendi akıl sağlığını da tehlikeye atacaktır.
DÖRDÜNCÜ KUVVET / THE FOURTH STATE / Dennis Gansel
Geceler Bizim / We are the Night ve Dalga / The Wave filmleriyle
adını duyuran Alman yönetmen Dennis Gansel bu kez Rusya’da geçen bir
casus-aksiyon filmine imzasını atıyor. Moritz Bleibtreu, Kasia Smutniak,
Max Riemelt gibi oyuncuların yer aldığı Dördüncü Kuvvet’in kahramanı
Paul Jensen, iş peşinde Berlin’den Moskova’ya taşınır ve deneyimleri
sayesinde popüler bir gazetenin sosyete sayfalarının editörü olur. Moda
gösterileri, partiler ve şöhretlerle dolu hayata tam da alışmışken, başı
hem teröristler, hem gizli servis hem de Rusya’nın meşhur adalet
sistemiyle belaya girer.
SÜPERSTAR / SUPERSTAR / Xavier Giannoli
Xavier Giannoli’nin yönetmenliğini üstlendiği Süperstar / Superstar,
sıradan, normal bir adamın bir gecede, nedensizce bir ünlüye
dönüşmesinin hikâyesini anlatıyor. Filmin adındaki süperstar, hiçbir
özelliği olmayan, mütevazı Martin Kazinski. Her sabah yaptığı gibi
metroya binen Martin, bir tuhaflık sezer. Herkes ona bakmaktadır. Sonra
biri imzasını ister, bir diğeri fotoğrafını çeker, öbürü elini sıkar…
Şöhretin günümüzde ne kadar önemsendiğini işleyen film, sosyal medyayı
da ele alarak bir çağdaş zaman taşlaması yaratıyor.
TETİKÇİLER / LOOPER / Rian Johnson
Joseph Gordon-Levitt, Bruce Willis, Emily Blunt, Paul Dano, Noah
Segan, Jeff Daniels gibi yıldızlarla dolu kadrosu, hızlı temposuyla
bilimkurgu aksiyon filmi Tetikçiler / Looper şimdiden “yeni neslin
Matrix’i” olarak tanımlanıyor. Rian Johnson’a ün kazandıran Asi Gençlik /
Brick ve Bloom Kardeşler filmlerinden sonra çektiği Tetikçiler, zamanda
yolculuğun mümkün olduğu 2077 yılında geçiyor. Yasadışı ilan edilen bu
zamanda yolculuğu yalnızca mafya kullanmakta ve ortadan kaldırmak
istediklerini geçmişe yollayarak tetikçiler tarafından öldürülmelerini
sağlamaktadır. Gelecekten gelen kurbanları öldüren uzman tetikçilerin en
iyilerinden biri Joe’dur. Ne var ki, Joe’nun yeni kurbanı, 30 yıl
sonradan gelen kendisidir. Joseph Gordon-Levitt’in canlandırdığı Joe’nun
gelecekteki halini Bruce Willis canlandırıyor.
TÜM ARZULARIMIZ / ALL OUR DESIRES / Philippe Lioret
Fransa’nın Ken Loach’u olarak övgüler alan yönetmen Philippe Lioret’nin 2009 İstanbul
Film Festivali’nde açılış filmi olarak gösterilen Hoş Geldiniz /
Welcome’ın ardından çektiği ikinci filmi Tüm Arzularınız / All Our
Desire, sürükleyici bir dram. Filmin kahramanı, Lyon’da yargıçlık yapan
Claire, sürekli karşılaştığı alacak ve icra davalarından bunalmıştır.
Bir gün, davalı bir kadına gizlice yardım eder, ancak bu durum ortaya
çıkar. Arkadaş olduğu bu kadını kurtarmaya kararlı olan Claire,
kendinden daha yaşlı ve daha deneyimli bir yargıç olan Stéphane’a
başvurur. Bu sırada Claire’in beyninde bir tümör olduğu ortaya
çıkmıştır. Hastalığını kocasından bile saklayan Claire, Stéphane ile
yakınlaşırken hem adaletsizliğe hem de hastalığına karşı mücadelesini
sürdürecektir.
MARLEY / Kevin Macdonald
Marley, bir müzisyen, bir devrimci ve bir efsane olarak gençliğinden
uluslararası yıldız oluşuna dek bu efsane sanatçı Bob Marley’in yaşam
öyküsünü anlatıyor. Marley ailesinin desteğiyle gerçekleştirilen filmde
daha önce gün yüzüne çıkmamış görüntüler, inanılmaz performanslar ve
yakın dostlarıyla yapılmış röportajlar da yer alıyor. İlk kez Berlin
Film Festivali’nde izleyiciyle buluşan filmin yönetmeni, Kevin Macdonald
filmde, ölümünden 30 yıl sonra bile Bob Marley’in nasıl hâlâ dünyanın
dört bir yanındaki insanlara hitap etmeyi sürdürdüğünü inceliyor.
W.E. / Madonna Madonna’nın
son sinema çalışması W.E., aralarında 60 yıl olan iki aşk hikâyesini
aynı anda anlatarak geçmişle geleceği özenle birlikte işliyor. Mutsuz
evliliğinden bunalan New York’lu Wally Winthrop, Amerikalı sevgilisi Wallis Simpson’la evlenebilmek için tahttan feragat eden İngiltere
Kralı 8. Edward’ın hikâyesini takıntı haline getirmiştir. Bu ünlü
çiftin eşyalarının satışa çıkartıldığı bir açık artırmada Wally, Evgeni
ile tanışır. Sotheby çalışanlarından Evgeni’nin geçmişi karanlıktır ama
yine de bu gizemli adama âşık olur. Madonna’nın
senaryosunu da yazdığı filmde bir yandan Wally’nin yasak aşkına şahit
olurken bir yandan da İngiliz hanedanını karıştıran bu tarihi skandalı
izleriz… Filmin oyuncu kadrosunda Abbie Cornish, James D’Arcy, Oscar
Isaac, Andrea Riseborough ve James Fox gibi tanınmış isimler yer alıyor.
ANTON CORBIJN İLE İÇLİ DIŞLI / ANTON CORBIJN INSIDE OUT / Klaartje Quirijns
Joy Division, U2, Metallica, Depeche Mode’dan R.E.M’e müzik dünyasının sayılı isimlerinin imajlarını belirleyen Hollandalı
fotoğraf dehası ve yönetmen Anton Corbijn’ın aykırı olduğu kadar
dopdolu bir kariyeri konu alan film, Klaartje Quirijns imzasını taşıyor.
Anton Corbijn ile İçli Dışlı / Anton Corbijn Inside Out, başta
Corbijn’ın kendisi olmak üzere Bono ve George Clooney gibi ünlülerle
yapılan röportajlar eşliğinde Corbijn’ın çocukluk evini, çalışma
mekânlarını, stüdyosunu ve film setlerini ziyaret ediyor, popüler
kültürün bu nevi şahsına münhasır kişiliğinin samimi ve eşsiz bir
portresini çiziyor.
İTAAT / COMPLIANCE / Craig Zobel
İlk gösterimini Sundance’te yapan ve gerçek bir olaydan esinlenen
Craig Zobel’in filmi İtaat / Compliance, gerçeğin bazen kurmacadan daha
da tuhaf olabileceğini kanıtlıyor. Ohio’da şehir dışındaki bir fast food
lokantasında çalışan Sandra’yı bir gün polis telefonla arar. Arayan
polis memuruna göre lokanta çalışanlarından Becky adındaki genç kız bir
müşteriden para çalmıştır. Sandra telefondaki polise inanır ve
talimatlarını harfi harfine izleyerek Becky’yi tutsak alır. Bundan
sonrası çarçabuk çılgınlığın sınırlarına dayanan bir kâbusa
dönüşecektir.
JACK VE DIANE / JACK & DIANE / Bradley Rust Gray
Quay Kardeşler’in hazırladığı animasyon sahneleri ve Múm’un
bestelediği müziklerle Jack ve Diane ilk aşkı uzun süreli bir ilişkiye
dönüştürme çabasını anlatıyor. Bradley Rust Gray’in yönetmenliğini
üstlendiği filmin başrollerini Juno Temple, Riley Keough, Cara Seymour
ve Kylie Minogue paylaşıyor. İki genç kız, Jack ve Diane, New York’ta
sıcak mı sıcak bir yaz günü tanışır, geceyi deliler gibi öpüşerek
geçirirler. Fıkır fıkır ve sessiz Diane’in baştan çıkaran masumiyeti
erkeksi Jack’in taştan kalbini hemen eritiverir. Ne var ki, Diane’in yaz
sonunda taşınacağını öğrenen Jack, kızı kendinden uzaklaştırır. Diane,
hissettiği duyguların gücüne kapılıp kendini ifade etmekte zorlanınca,
vücudunda engel olamadığı bazı korkunç değişiklikler ortaya çıkar.
BEN, ANNA / I, ANNA / Barnaby Southcombe
Tüyler ürperten bir cinayet, kendinden bıkmış bir polis müfettişi ve
baştan çıkarıcı bir femme fatale… Fransız Yeni Dalgası’ndan esinlenen ve
İngiltere’de
geçen Barnaby Southcombe’un kara filmi Ben, Anna / I, Anna türünün tüm
klişeleriyle oynuyor. Filmin kahramanları haftalardır uykusuzluk çeken
Başkomiser Bernie Reid ve gizemli dul Anna ilk kez bir çöpçatanlık
partisinde karşılaşıyor ancak Anna daha sonra bir araya geldiklerinde ne
Bernie’yi ne de ilk karşılaşmalarını hatırlıyor. Anna’nın vahşice
işlenmiş bir cinayete bulaştığı ortaya çıkınca Bernie’nin mesleki
kaygılarıyla sevgi ve yakınlık ihtiyacı çatışıyor. Ne var ki, Anna’nın
zihnindeki karmaşa çözülünce ortaya çıkan gerçek her ikisine de çok ağır
gelecektir. Filmin başrollerini Charlotte Rampling ve Gabriel Byrne
paylaşıyor.
KAPI / THE DOOR / István Szabó
Sinemasal öykülerin ustası Macar yönetmen István Szabó’nun 1960’larda
geçen son filmi Kapı / The Door, iki kadının arkadaşlığının sınırlarını
keşfe çıkıyor. Roman yazarı olmak isteyen Magda, günlük işlerinde
yardımcı olması için yaşlı çamaşırcı Emerenc’i ikna eder. Hizmetleri
kusursuz olsa da Emerenc huysuz, ters ve katıdır. Geçmişi meçhuldür;
kasabada hakkında şüphe ve dedikodular yürümektedir. Zamanla, tüm
tuhaflıklarına rağmen Emerenc ile Magda arasında garip olduğu kadar
sağlam bir bağ kurulacaktır. Oscar ödüllü Helen Mirren, Başkalarının
Hayatı filminden hatırlayacağınız Martina Gedeck ve Karoly Eperjes
başrollerde.
BAŞKA BİR KADIN / ANOTHER WOMAN’S LIFE / Sylvie Testud
Fransız yıldız oyuncu Sylvie Testud ilk kez kamera arkasına geçerek
çektiği romantik komedi Başka Bir Kadın / Another Woman’s Life’ın
başrollerinde Fransız sinemasının en tanınmış iki oyuncusu Juliette
Binoche ve Mathieu Kassovitz’e yer veriyor. Filmin adındaki kadın olan
Marie, tanıştığı bir çizgi roman sanatçısıyla hoş bir gece geçirir ve
sabah uyandığında aradan 15 yıl geçmiş olduğunu fark eder. Bu sürede
çizgi romancı Paul ile evlenmiş, çok tatlı bir oğlan çocuğu sahibi
olmuş, çok uluslu bir yatırım firmasının başına geçmiş, Paris’te
muhteşem manzaralı bir dairede oturmaya başlamıştır. Ne var ki, bu
başarı öyküsü ilk aşkına mal olmuştur ve dört gün içinde Paul’den
boşanacaktır. Marie kısa zaman içinde hem bu “hafıza kaybının”
üstesinden gelmeye hem de yuvasını kurtarmaya çalışacaktır.
SEYYAR EV / MOBILE HOME / François Pirot
François Pirot’un Locarno Film Festivali’nde büyük ilgi toplayan
filmi Seyyar Ev / Mobile Home, yeni bakış açıları ve aceleci hayalleri
keşfe çıkan bu keyifli komedi. Kız arkadaşından ayrılıp işinden istifa
eden Simon, taşrada küçük bir kasabada oturan emekli ailesinin yanına
geri döner. Hâlâ babasıyla birlikte yaşayan çocukluk arkadaşı Julien ile
buluştuklarında otuzlu yaşlarındaki iki kafadarın aklına eski
hayallerini gerçekleştirmek gelir ve yollara koyulup müthiş bir macera
yaşamak üzere devasa bir karavan satın alırlar. Daha yola çıkamadan
karavan bozulunca planları ertelenmiş olur, ama yine de seyahate
çıkacaklardır hem de oldukları yerde. “Hareketsiz tatil”lerinin ilk
yarısı böyle başlar.
HAYVANAT BAHÇESİNDEN KARTPOSTALLAR / POSTCARDS FROM THE ZOO / Edwin
İlk gösterimini Berlin Film Festivali’nde yapan ve efsaneler,
efsunlar, anılar ve rüya gibi görüntülerle dolu aşk filmi Hayvanat
Bahçesinden Kartpostallar / Postcards from the Zoo, Kör Domuz Uçmak
İstiyor’un yönetmeni Edwin’in ikinci uzun metrajlı filmi. 20 yıl önce
bir hayvanat bahçesinde terk edilen ve hayvan
terbiyecileri tarafından büyütülen Lana’nın tek bildiği yer bu hayvanat
bahçesidir. Lana’nın dünyasına bir gün yakışıklı bir kovboy girer ve
sihirbazlık numaralarıyla aklını çeler ve Lana, kovboyun peşi sıra
yuvasını terk eder. Bir gün, gösteri sırasında sihirbaz kovboy
kayboluverir. Yapayalnız kalan Lana, “ekstralı” bir masaj salonunda çalışmak zorunda kalır. Yüreğindeki özlem duygusu kabardığında, imkânsızı ister ve yuvasına dönmeye karar verir.
Bu yıl gösterime girmesi beklenen Next People adlı televizyon dizisinin yazarı Salman Rushdie, günümüzde televizyon dizilerinin, düşünceleri iletme ve hikaye anlatma konusunda, romanların ve filmlerin yerini alma yolunda olduğunu söylüyor. Çok da haksız değil, günümüzde sinema sektörü çok farklı bir kanalda ilerliyor.
Yapımcıların 300 milyon doları bol bol özel efektli ve aksiyonlu bir çizgi roman uyarlamasına yatırmaları işten bile değil ama Geceyarısı Çocukları gibi bir romanı sinemaya aktarmak için gereken devasa bütçeyi hiç kimse aklından bile geçirmiyor, diyor Rushdie.
Düşünsel yanı yüksek bir sinema filmiyle gişe yapılması neredeyse imkansız. Özellikle Amerikan izleyicisinin sinemaya gitme yaşı 12-18 aralığına çekildiğinden beri belirli konulara ve basit anlatımlar içine sıkıştı sinema endüstrisi.
Sinema salonlarında vizyona giren ana akım filmlerde umduğunu bulamayan yetişkin izleyiciler evlerindeki yüksek çözünürlüklü televizyon ekranlarının karşısına geçip farklı platformlardan dizi izlemeye başladı. Bu yüzden de sinema filmleri her geçen gün Amerikan ergenlerinin zeka ve beğenisine göre aşağı doğru inerken televizyon dizilerinde şaşırtıcı bir çeşitlilik göze çarpıyor.
Çağdaş dünya edebiyatının önde gelen isimlerinden biri olan Rushdie, The Sopranos ve Madmen gibi geniş kitlelere ulaşmış ve aynı zamanda da nitelikli televizyon dizilerinin kendisine cesaret ve ilham verdiğini söylüyor. Gerçekten de, sansür kurallarını hiçe sayan bu yapımlar, televizyon dizilerine farklı bir gözle bakılmasına yol açıyor.
Dr. House, öncelikle doktor klişesini tersine çevirmekle işe başlıyor; ters, huysuz, sinirli, alaycı, kötümser, cinsiyetçi, çeşitli zaafları olan “sağlıksız” bir adam.
Sinema filmi, edebiyatta öyküye, televizyon dizisi ise romana karşılık gelir diyenlere belli açılardan hak veriyorum. Okurların/izleyicilerin başından beri romandan/filmden beklentisi insan ruhunun ve hayat denen muammanın derinliklerine nüfuz edebilmektir. Bu kimi zaman öykünün o kısa ve yoğun bakışında, kimi zaman da bir romanın karmaşık koridorlarında yakalanabilir. Asıl fark ise okuma sürecinde ortaya çıkar. Okur bir öykünün dünyasını kendi yaşadığı anın içinde eritir; edebi etkiyi yoğun ve kısa bir sürede hisseder. Romanda ise süreklilik önemlidir. Kişi roman okumaya defalarca ara verip geri dönebilir. Bu da roman türünü popüler kılan en önemli özelliktir kanımca. Sinema filminin süresi ile sınırlı olması, bir oturuşta tamamen bitirilmesi öykü okuma sürecine benzetilebilir. Televizyon dizisi ise süreklilik açısından roman okumaya yakındır. Bu analoji sadece okuma/izleme süresi ile de sınırlı değildir. Ama bu özelliğin doğal bir sonucu olarak iyi bir televizyon dizisinde, izleyici karakterin gelişimini ve diğer karakterlerle etkileşimini çok sayıda olay ve durumla izleme fırsatını yakalar. Birden fazla karakterin yaşamı derinlemesine ele alınabilir. Örneğin, In Treatmentve Six Feet Under gibi diziler karakter derinliği ve psikolojisini ortaya çıkarmak konusunda gerçekten de birçok sinema filmine taş çıkartacak incelikte işlerdir. Görüntünün büyüklüğünden kaynaklanan bir fark daha vardır ve önemlidir. Sinema perdesi çok daha büyük resimleri ve genel planları taşırken, televizyon dizileri ortalama bir televizyon ekranı büyüklüğüne göre hazırlandığı için yakın planlara, oyuncuların yüzlerine odaklanır. Yüz ifadeleri televizyon dizilerinde çok önemli bir anlatım aracı olarak ön plana çıkar ve bu yüzden 'roman okuru'nun karaktere yakınlaşma beklentilerini en üst düzeyde karşılar.
Elbette bu tespitler belirli bir kalite kaygısıyla yapılmış az sayıda televizyon dizisi için geçerli ve bu tür diziler de kolaylıkla dünyada kült haline geliyorlar. House da bunlardan biri kanımca.
Tam bir uyumsuz
Dr. House, öncelikle doktor klişesini tersine çevirmekle işe başlıyor; ters, huysuz, sinirli, alaycı, kötümser, cinsiyetçi, çeşitli zaafları olan 'sağlıksız' bir adam. Bacağındaki sakatlık nedeniyle bastonla dolaşmak zorunda ve ağrı kesicilere bağımlı. Tam bir uyumsuz. Doktor gömleği bile giymeyi reddeden, son ana kadar hastaları muayene etmek istemeyen, çünkü onların ifadelerine inanmayan sıradışı bir adam. Rahatsız edici şakalar yapan bir ergen adeta. Elbette bu kadar olumsuz özelliğini dengeleyecek bir dehası var. Akla hayale gelmeyecek bağlantıları kurabilen, herkesin gözü önündeki semptomları müthiş bir yaratıcılıkla analiz edebilen, risk alıp sonunda hastaları kurtaran bir efsane.
2008 yılında da dünyada en çok izlenen dizi oldu. Televizyon izleyicisinin beklentilerini en iyi şekilde karşıladığına kuşku yok: heyecanlı, meraklı, duygusal, dramatik ama mutlaka mizahi... Zengin olaylar ve karakterler... Tamam ama bunlara sahip binlerce dizi film örnek gösterilebilir. Neden House çok özel bir şöhrete sahip?
Bu sorunun cevabını verebilmek için Dr. House’un ilham kaynağı olan Sherlock Holmes’u hatırlamamız gerekir. 19. yüzyılın sonlarına doğru yayımlanmaya başlayan Sherlock Holmes’un dört roman ve 56 öyküden oluşan külliyatı sayısız sinema filmine ve televizyon dizisine uyarlanmıştır. Ama bunların içinde House en ilgi çekici olanıdır. Sherlock Holmes’un yazarı Sir Arthur Conan Doyle da bir hekimdir. Ünlü dedektifi yaratırken bir dönem çalıştığı hastanede görev yapan ve küçük belirtilerden büyük sonuçlar çıkaran bir doktordan ilham almıştır. Ancak Conan Doyle, bir doktor hikayesi kurmak yerine çok daha ilgi çekici olacağını düşündüğü polisiye türünde yazmayı tercih etmiştir. Bu dönemde bilim, gerçekliği akıl yoluyla açıklamak yolunda öyle büyük mesafeler kat etmiştir ki edebiyatta da akıl yürütmeyi yücelten böyle bir kanalın doğması kaçınılmaz olmuştur.
Salman Rushdie, The Sopranos ve Madmen gibi geniş kitlelere ulaşmış nitelikli dizilerin kendine cesaret ve ilham verdiğini söylüyor.
Sherlock-nasıl-çözecek
Polisiye romanın evreninde tüm olgular birbirlerine neden-sonuç ilişkileriyle bağlıdır. Tüm olaylar iz bırakır ve bu izleri takip ederek gerçeğin ne olduğunu ortaya çıkarmak mümkündür. Her şeyin akla uygun bir açıklaması vardır. Bu düşünce, pozitivist yaklaşımın ta kendisidir aslında ve 19. yüzyılın düşünsel atmosferi tam bu noktada Sherlock Holmes’da bedenlenir. Evet, kişi olarak güvenilmez bir karakter gibi görünür başlangıçta, yani ne fiziksel özellikleri, ne kültürü (bazı konularda tam anlamıyla cahildir ama kimya gibi konuların uzmanıdır), ne sağlığı (kokain bağımlısıdır) onu bildik anlamda bir kahraman yapmaz. İdeal bir karakter değildir. Hepimizin bir sürü eksiği ve kötü alışkanlığı vardır. Dolayısıyla Holmes / Dr. House ile özdeşleşmekte bu kusurlar kolaylık sağlar. Ancak müthiş zekaları her iki karakteri de ulaşılmaz kılar. Bu hikayelerde kim-yaptı sorusunun cevabı kadar Sherlock-nasıl-çözecek sorusunun cevabı da okur için önemlidir. Tüm eksiklerine rağmen olayları çözmekteki keskin zekası ve muhteşem akıl yürütme yeteneği her seferinde pozitivist aklı yücelterek modern insanın içini rahatlatır. Çünkü bilim dünyanın büyüsünü bozmuştur; yaşam yeterli veriler elde edildiği takdirde akıl yoluyla çözülebilecek dev bir bilmeceye indirgenmiştir. İçimizde bir kuşku kaldıysa da bu tür polisiyeler sayesinde kolaylıkla dağılacaktır. Baskerviller’in Köpeği macerasında da böyle bir hikaye anlatılır; Holmes bir inanışın, lanetin, metafizik varlığın nasıl bir tezgah olduğunu ortaya çıkarır. Akıl büyüyü bozar.
House’un neden dünyada bu kadar ilgi çektiğini anlamak için onu ortaya çıkaran koşulları gözden geçirmemiz gerekli. Modernizm, peş peşe yaşanan iki dünya savaşı ve Nazi soykırımının ardından ciddi şekilde yara aldı. Çok daha aydınlık ve mutlu bir geleceği vaad eden bilim sorgulanmaya başladı. İnsanlık geri kalmışlığın kökeninde dinleri ve metafizik inanışları görüyordu; yirminci yüzyılın ikinci yarısında ise fatura bilime çıkarılmaya başlandı. Çünkü bilimsel gelişme öncelikle savaş sanayisini azdırdı, daha korkunç ve güçlü silahlar yapıldı. Aynı dönemde kültürel göreceliğin de etkisiyle tüm kültürel unsurlar (özellikle de dini inanışlar) yeniden saygınlık kazanmaya başladı. Popüler kültür New Age inanışlarla akıldışına savrulmaya başladı. Birçok düşünür bunu postmodern durum olarak niteledi. Modernizmin iyimser ilerlemeciliği ne kadar naifse postmodern safsatacılık da o derece yanlıştı aslında.
Yirmi birinci yüzyıl farklı beklentilerle başladı. Modernizm eleştirisi de eleştirilmeye başlandı. Bilimin hele ki tıbbın kazanımları daha çok teleffuz edilir oldu. Dolayısıyla Dr. House önemli bir ihtiyaçtan, akla dönüş arzusundan doğmuş ve aslına rücu ederek doktor bedeninde ortaya çıkmıştır. Dr. House kendi yarasını tedavi edemese de her gizemli vakada dünyanın akıl yoluyla kavranabilen bir yer olduğunu bize gösterir. Ancak Holmes modernizmin olumlu beklentilerinin ışığıyla aydınlanan, her şeye rağmen iyimser bir karakterdir. Oysa Dr. House kiniktir. Dr. House’u huysuz kılan aslında postmodern insanın aptallıklarıdır. Tüm o cinsiyetçi, kaba, tembel, asi görünümü postmodern yüzeyselliklere karşı bir tepkidir. Gerçekte ne düşündüğünü asla bilmeyiz. Yalnızbaşına kaldığında piyanosunun tuşlarına dokunurken bizim için bir muammadır ama kesinlikle o huysuz adam değildir. Aklıyla dünyaya direnen yaralı biridir sadece.