8 Eylül 2012 Cumartesi

Sevdikleriyle Yatamayan Adam

André Gide, cinsel kimliği konusunda yaşadığı karmaşa nedeniyle hep acı çekti. Üstelik bir de "angelizm" hastalığı vardı


"Olmadığın insan olarak sevilmektense, olduğun insan olarak nefret edilmek daha iyidir", André Gide'in en mükemmel sözlerindendir kuşkusuz. Mevlâna'nın "Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol" sözlerinin, sivri bir versiyonu gibidir ve André Gide'in Nobel ödülünün arkasındaki sırrı açıklayan, inci tanesi gibi sıralanmış kelime dizisidir aynı zamanda.

En çok otobiografik romanlarıyla tanınan André Gide'in (1869, Paris) babası Paris Üniversitesi'nde hukuk profesörüydü. Gide üç kadın tarafından büyütüldü. Annesi, teyzesi ve hiç evlenmemiş İngiliz Anna Shackleton. Babası öldüğünde 11 yaşındaydı. Hayatını ona adayan annesi, koruyucu, sofu, dominant bir kadındı. Aile, dinini Hügenot'luktan (16. 17. yy Fransız protestanı) Katolizm'e değiştirmişti.

André Gide karmaşık bir kafa yapısına sahipti. Cinselliği ile küçük yaşta yüzleşmesi, sınıfta mastürbasyon yaparken yakalanmasıyla başladı. Bu nedenle sınıftan atıldı. Annesi, ağlamasına aldırmadan onu elinden tutup doktora götürdü. Oğlunu bu alışkanlıktan caydırmak için hadım etmekle tehdit etti. Endişeli, sinirli, kaygılı André, 13 yaşındayken 15 yaşında olan kuzeni Madeleine Rondeaux'a âşık oldu ve hayatı boyunca ona taptı.

Cinselliğinin ailesi tarafından baskı altına alınması genç Gide'in benliğinde suçlu psikolojisi yarattı. Annesinin tavırları yüzünden, "iyi kadın"ın seksüel istekleri olmayacağı kanısına vardı. Fahişelerden korktu. Annesinin ölümünden sonra, evliliğe uygun olup olmadığını düşündü ve seksüel kimliğini anlamak için can çekişir gibi acı çekti. Kadınlarla yaptığı denemeler sonuç vermedi. Buna karşın, genç erkeklerle tatmin edici beraberlikler yaşadı. Sonunda doktora gitti, umutsuzluğunu ve cinsel sapkınlığını anlattı. Fakat doktoru ona, korkmamasını, evlenmesini, bütün bu anlattıklarının Gide'in sadece hayalinde olduğunu söyledi! O da 26 yaşında ilahi aşkı Madeleine'le evlendi.


Cezayir'in siyah incisi
  André ilk cinsel tecrübesini edindiğinde 23 yaşındaydı. Tunus'ta kaldığı otelin etrafında aylak aylak dolaşan 14 yaşındaki bir Arap ile. Saklı kum tepelerinin arasında kendini sunan Arap gencine karşı önce tereddütlü davrandıysa da, sonunda arzularına yenik düştü. Ne ki, yaptığını kabullenememe duygusu ile 16 yaşındaki Meryem'i seçti. Ancak anılarında, Meryem'i, Meryem'in erkek kardeşi olarak düşündüğünü yazdı ve yine anılarında onu, "genç, zayıf, siyah iblis" diye tarif etti.

Genç André bir yıl sonra Cezayir'e gitti ve burada meslektaşı Oscar Wilde ve onun sevgilisi Lord Alfred Douglas ile karşılaştı. Wilde, gittikleri bir kulüpte, André'e genç müzisyenlerden birini teklif etti, o da bunu kabul etti. André Gide, o gece yaşadıklarının hayatının en müthiş cinsel tecrübesi olarak aktardı anılarına: "O geceyi düşünmek bile beni titretiyor."

Cezayir'de kaldığı süre içinde, 15 yaşındaki bir Arap hizmetkârına çok bağlandı. Bu güzel gence "Siyah İnci" ismini taktı. Paris'e dönmesine yakın annesine mektup yazarak onu da beraberinde getirmek istediğini söyledi. Annesi bu isteğe şiddetle karşı çıktı. Aralarındaki mektuplaşma bir ay boyunca devam etti. Savaşı annesi kazandı. Siyah İnci'yi arkada bırakan Gide perişan duygularla Paris'e döndü. Fakat dört yıl sonra Cezayir'e geri geldi, onu buldu, Paris'e götürdü.


Melek hastalığı
  Gide'in 'angelizm' rahatsızlığı vardı. (Çok sevdiği birinin melek olduğuna inanmak) Bu rahatsızlığı, sevdikleriyle cinsel ilişkiye girmesini engelliyordu. Bu durumda 'melek', karısı Madeleine'di! 46 yaşındayken, eski bir arkadaşının kızı olan Elizabeth Rysselberghe'e bir not gönderdi. Ona bir çocuk vermek istediğini yazdı. Ve bir kızları oldu. Kızı Catherine'i 1923'te kabullenen Gide'in torunu da oldu. Kültürlü, akıllı ve bir azize kadar iyi ve güzel insan olan karısı Madeleine, yaşadıkları platonik ilişkiden hiç şikâyetçi değildi. Onun için önemli olan, Gide'in ruhunun tamamına sahip olmaktı. Fakat, André Gide 47 yaşına geldiğinde, Marc Allegret'e âşık oldu. 16 yaşındaki Marc'la aralarındaki aşk, uzun süren bir arkadaşlığa dönüştü. Marc bir gece eve geç gelince, Gide hayatında ilk kez kıskançlığın acıtan duygularını hissettiğini yazdı anılarına. Fakat canı yanan biri daha vardı. Madeleine. Gide'in aşkını kendisine karşı ruhsal bir ihanet olarak kabul eden karısı, Gide'in bütün mektuplarını yaktı. Ama Gide ruhunun sadece onu sevdiğini söyleyecekti ve Madeleine 1938'de hâlâ kocasına bağlı olarak öldü.


Tabulara karşı
  Zamanında büyük kitleleri etkileyen Gide'in yazılarını, büyük bir edebiyatçı olmasına karşın Katolik kilisesi yasakladı. "Immortalist" (Türkçe'ye aynı adla ve "Ahlâksız" olarak da çevrildi) (1902) ve "Kalpazanlar" (1926) adlı eserlerinde, eşcinsel ilişkide tarafların görevlerini ve tarafların kendi ahlâk yasasını şekillendirmesini anlattı. O zamana dek tabu olan konular, onun sayesinde edebi saygınlık kazandı. 1947 yılına kadar tüm ödüllerden yoksun bırakılan André Gide'e 78 yaşındayken Oxford Üniversitesi'nden doktora verildi. Ve aynı yılın Nobel Edebiyat Ödülü'nün Gide'e verilmesi dünyada sansasyon yarattı. Bu ödüle layık görülmesinin en önemli nedeni, yazılarında 'insan'ı, ve insanî olan her şeyi kapsamlı yazmasıydı doğal olarak. Gide, eserlerinde savunmalarını yaparken, gerçek olan hiçbir şeyden sevgisini sakınmadı. İnsanoğlunun anlaşılmaz derin psikolojisini, korkusuzca ve anlaşılır yazdı. Ve tüm yazdıkları sanatsal önem taşıdı.

"André Walter'ın Not Defterleri" adlı eseri (1891), zamanın sembolizm akımını izleyen yazarlara kapılar açtı. Fakat bu yılların en belirgin vakası Cezayir'e yolculuğunun sonucunda oldu. Hasta olan André Gide'in, ölümle boğuşması, onun katı, kuralcı, püriten geçmişine başkaldırıp isyan etmesine neden oldu. Ve ondan sonra, çalışmalarındaki, titizlik, sanatsal disiplin ve katı ahlâk kuralcılığına karşı; bedensel hazlara kendini kaptırışı, eserlerinde çözülmesi mümkün olmayan bir baskı duygusu hissettirdi. "Dünya Nimetleri" (1897), "Saul" (1904) adlı tiyatro eseri, "Yitik Oğulun Dönüşü" (1907), isyanını anlatan belli başlı eserleridir.

Başkaldırısı neticesinde André Gide; 1911'de özel olarak, daha sonra 1924'te açık açık yayımlanan "Croydon"da (Türkçe'ye "Sapık Sevgi" olarak da çevrildi) otobiyografisi "Tohum Ölürse"de (1924), ve "1889-1939" (1939), "1939-1942" (1948), "1942-1949" (1950) arasında yayınlanan günlüklerinde, daha önce eşi emsali görülmemiş bir özgürlükle cinsel meseleleri yazdı. "Lafcadio'nun Serüvenleri" (1914), "Dar Kapı" (1909), "Pastoral Senfoni" (1919) ise André Gide'in anlatı çalışmalarıdır.

Gide'in, roman olduğuna karar verdiği tek eseri, karmaşık bir mekanizması olan, deneysel "Kalpazanlar"dır (1926).


SSCB hayal kırıklığı
  "La Nouvelle Revue Française" dergisinin kurucularından olan André Gide, 1920'lere dek, yenilikçi, öncü ve gizli kalmış edebiyat çevrelerince tanınıyordu en fazla. Fakat daha sonraki yıllarda, tartışılan ve kitleleri etkisi altında bırakan bir figürdü. Çok seyahat etti. Kongo'ya gittiğinde, Fransız firmalarının oradaki adaletsiz ve acımasız uygulamalarını, ekonomik suistimallerini, iğneli ve sert bir dille yargılayan bir rapor hazırladı. Bu raporu yeni reformlara yol açtı. 1930'lu yıllarda komünizme olan sempatisi halkın bir bölümünü sinirlendirirken, Rusya turunda karşılaştığı acı gerçekleri, raporunda düş kırıklığı olarak yazması bir başka skandal oluşturdu.

André Gide'in ilgi alanı, Fransız edebiyatı sınırının çok ötesine taşmıştı. Tagore, Puşkin, Blake, Whitman, Rilke, Conrad, Goethe ve Shakespeare'i tercüme etti. Çok etkili bir edebiyat kritiğiydi aynı zamanda. 1923'de hakkında kitap da yazdığı Dostoyevski gibi sorunlu yazarlara ilgi duydu. André Gide'in en son eseri "Thésée" (1946), eski bir efsaneye yeni bir biçim verme çalışmasıydı. Daha önceki "Oedipe"te (1931) de olduğu gibi.


Sonbahardı. Güneş batıyordu. Gide, Notre Dame Kathedrali'ne ve Seine Nehri'ne baktı. Kendini Balzac romanının bir kahramanı gibi hissetti, ayaklarının altındaki şehri işgale hazır Raticnac...

Gide hırslıydı, ihtiraslıydı, uzun ve dolamaçlı patikalar bulmaktı istediği, kolay elde edilen zaferlerden memnunluk duymak değil.





Ayşe Akdeniz - Radikal



Hiç yorum yok: