10 Eylül 2012 Pazartesi

Televizyon: 21. Yüzyılda Akla Dönüş: House


Bu yıl gösterime girmesi beklenen Next People adlı televizyon dizisinin yazarı Salman Rushdie, günümüzde televizyon dizilerinin, düşünceleri iletme ve hikaye anlatma konusunda, romanların ve filmlerin yerini alma yolunda olduğunu söylüyor. Çok da haksız değil, günümüzde sinema sektörü çok farklı bir kanalda ilerliyor.

Yapımcıların 300 milyon doları bol bol özel efektli ve aksiyonlu bir çizgi roman uyarlamasına yatırmaları işten bile değil ama Geceyarısı Çocukları gibi bir romanı sinemaya aktarmak için gereken devasa bütçeyi hiç kimse aklından bile geçirmiyor, diyor Rushdie.

Düşünsel yanı yüksek bir sinema filmiyle gişe yapılması neredeyse imkansız. Özellikle Amerikan izleyicisinin sinemaya gitme yaşı 12-18 aralığına çekildiğinden beri belirli konulara ve basit anlatımlar içine sıkıştı sinema endüstrisi.

Sinema salonlarında vizyona giren ana akım filmlerde umduğunu bulamayan yetişkin izleyiciler evlerindeki yüksek çözünürlüklü televizyon ekranlarının karşısına geçip farklı platformlardan dizi izlemeye başladı. Bu yüzden de sinema filmleri her geçen gün Amerikan ergenlerinin zeka ve beğenisine göre aşağı doğru inerken televizyon dizilerinde şaşırtıcı bir çeşitlilik göze çarpıyor.

Çağdaş dünya edebiyatının önde gelen isimlerinden biri olan Rushdie, The Sopranos ve Madmen gibi geniş kitlelere ulaşmış ve aynı zamanda da nitelikli televizyon dizilerinin kendisine cesaret ve ilham verdiğini söylüyor. Gerçekten de, sansür kurallarını hiçe sayan bu yapımlar, televizyon dizilerine farklı bir gözle bakılmasına yol açıyor.

Dr. House, öncelikle doktor klişesini tersine çevirmekle işe başlıyor; ters, huysuz, sinirli, alaycı, kötümser, cinsiyetçi, çeşitli zaafları olan “sağlıksız” bir adam.

Sinema filmi, edebiyatta öyküye, televizyon dizisi ise romana karşılık gelir diyenlere belli açılardan hak veriyorum. Okurların/izleyicilerin başından beri romandan/filmden beklentisi insan ruhunun ve hayat denen muammanın derinliklerine nüfuz edebilmektir. Bu kimi zaman öykünün o kısa ve yoğun bakışında, kimi zaman da bir romanın karmaşık koridorlarında yakalanabilir. Asıl fark ise okuma sürecinde ortaya çıkar. Okur bir öykünün dünyasını kendi yaşadığı anın içinde eritir; edebi etkiyi yoğun ve kısa bir sürede hisseder. Romanda ise süreklilik önemlidir. Kişi roman okumaya defalarca ara verip geri dönebilir. Bu da roman türünü popüler kılan en önemli özelliktir kanımca. Sinema filminin süresi ile sınırlı olması, bir oturuşta tamamen bitirilmesi öykü okuma sürecine benzetilebilir. Televizyon dizisi ise süreklilik açısından roman okumaya yakındır. Bu analoji sadece okuma/izleme süresi ile de sınırlı değildir. Ama bu özelliğin doğal bir sonucu olarak iyi bir televizyon dizisinde, izleyici karakterin gelişimini ve diğer karakterlerle etkileşimini çok sayıda olay ve durumla izleme fırsatını yakalar. Birden fazla karakterin yaşamı derinlemesine ele alınabilir. Örneğin, In Treatment ve Six Feet Under gibi diziler karakter derinliği ve psikolojisini ortaya çıkarmak konusunda gerçekten de birçok sinema filmine taş çıkartacak incelikte işlerdir. Görüntünün büyüklüğünden kaynaklanan bir fark daha vardır ve önemlidir. Sinema perdesi çok daha büyük resimleri ve genel planları taşırken, televizyon dizileri ortalama bir televizyon ekranı büyüklüğüne göre hazırlandığı için yakın planlara, oyuncuların yüzlerine odaklanır. Yüz ifadeleri televizyon dizilerinde çok önemli bir anlatım aracı olarak ön plana çıkar ve bu yüzden 'roman okuru'nun karaktere yakınlaşma beklentilerini en üst düzeyde karşılar.

Elbette bu tespitler belirli bir kalite kaygısıyla yapılmış az sayıda televizyon dizisi için geçerli ve bu tür diziler de kolaylıkla dünyada kült haline geliyorlar. House da bunlardan biri kanımca.

Tam bir uyumsuz

Dr. House, öncelikle doktor klişesini tersine çevirmekle işe başlıyor; ters, huysuz, sinirli, alaycı, kötümser, cinsiyetçi, çeşitli zaafları olan 'sağlıksız' bir adam. Bacağındaki sakatlık nedeniyle bastonla dolaşmak zorunda ve ağrı kesicilere bağımlı. Tam bir uyumsuz. Doktor gömleği bile giymeyi reddeden, son ana kadar hastaları muayene etmek istemeyen, çünkü onların ifadelerine inanmayan sıradışı bir adam. Rahatsız edici şakalar yapan bir ergen adeta. Elbette bu kadar olumsuz özelliğini dengeleyecek bir dehası var. Akla hayale gelmeyecek bağlantıları kurabilen, herkesin gözü önündeki semptomları müthiş bir yaratıcılıkla analiz edebilen, risk alıp sonunda hastaları kurtaran bir efsane.

2008 yılında da dünyada en çok izlenen dizi oldu. Televizyon izleyicisinin beklentilerini en iyi şekilde karşıladığına kuşku yok: heyecanlı, meraklı, duygusal, dramatik ama mutlaka mizahi... Zengin olaylar ve karakterler... Tamam ama bunlara sahip binlerce dizi film örnek gösterilebilir. Neden House çok özel bir şöhrete sahip?

Bu sorunun cevabını verebilmek için Dr. House’un ilham kaynağı olan Sherlock Holmes’u hatırlamamız gerekir. 19. yüzyılın sonlarına doğru yayımlanmaya başlayan Sherlock Holmes’un dört roman ve 56 öyküden oluşan külliyatı sayısız sinema filmine ve televizyon dizisine uyarlanmıştır. Ama bunların içinde House en ilgi çekici olanıdır. Sherlock Holmes’un yazarı Sir Arthur Conan Doyle da bir hekimdir. Ünlü dedektifi yaratırken bir dönem çalıştığı hastanede görev yapan ve küçük belirtilerden büyük sonuçlar çıkaran bir doktordan ilham almıştır. Ancak Conan Doyle, bir doktor hikayesi kurmak yerine çok daha ilgi çekici olacağını düşündüğü polisiye türünde yazmayı tercih etmiştir. Bu dönemde bilim, gerçekliği akıl yoluyla açıklamak yolunda öyle büyük mesafeler kat etmiştir ki edebiyatta da akıl yürütmeyi yücelten böyle bir kanalın doğması kaçınılmaz olmuştur.

Salman Rushdie, The Sopranos ve Madmen gibi geniş kitlelere ulaşmış nitelikli dizilerin kendine cesaret ve ilham verdiğini söylüyor.

Sherlock-nasıl-çözecek

Polisiye romanın evreninde tüm olgular birbirlerine neden-sonuç ilişkileriyle bağlıdır. Tüm olaylar iz bırakır ve bu izleri takip ederek gerçeğin ne olduğunu ortaya çıkarmak mümkündür. Her şeyin akla uygun bir açıklaması vardır. Bu düşünce, pozitivist yaklaşımın ta kendisidir aslında ve 19. yüzyılın düşünsel atmosferi tam bu noktada Sherlock Holmes’da bedenlenir. Evet, kişi olarak güvenilmez bir karakter gibi görünür başlangıçta, yani ne fiziksel özellikleri, ne kültürü (bazı konularda tam anlamıyla cahildir ama kimya gibi konuların uzmanıdır), ne sağlığı (kokain bağımlısıdır) onu bildik anlamda bir kahraman yapmaz. İdeal bir karakter değildir. Hepimizin bir sürü eksiği ve kötü alışkanlığı vardır. Dolayısıyla Holmes / Dr. House ile özdeşleşmekte bu kusurlar kolaylık sağlar. Ancak müthiş zekaları her iki karakteri de ulaşılmaz kılar. Bu hikayelerde kim-yaptı sorusunun cevabı kadar Sherlock-nasıl-çözecek sorusunun cevabı da okur için önemlidir. Tüm eksiklerine rağmen olayları çözmekteki keskin zekası ve muhteşem akıl yürütme yeteneği her seferinde pozitivist aklı yücelterek modern insanın içini rahatlatır. Çünkü bilim dünyanın büyüsünü bozmuştur; yaşam yeterli veriler elde edildiği takdirde akıl yoluyla çözülebilecek dev bir bilmeceye indirgenmiştir. İçimizde bir kuşku kaldıysa da bu tür polisiyeler sayesinde kolaylıkla dağılacaktır. Baskerviller’in Köpeği macerasında da böyle bir hikaye anlatılır; Holmes bir inanışın, lanetin, metafizik varlığın nasıl bir tezgah olduğunu ortaya çıkarır. Akıl büyüyü bozar.

House’un neden dünyada bu kadar ilgi çektiğini anlamak için onu ortaya çıkaran koşulları gözden geçirmemiz gerekli. Modernizm, peş peşe yaşanan iki dünya savaşı ve Nazi soykırımının ardından ciddi şekilde yara aldı. Çok daha aydınlık ve mutlu bir geleceği vaad eden bilim sorgulanmaya başladı. İnsanlık geri kalmışlığın kökeninde dinleri ve metafizik inanışları görüyordu; yirminci yüzyılın ikinci yarısında ise fatura bilime çıkarılmaya başlandı. Çünkü bilimsel gelişme öncelikle savaş sanayisini azdırdı, daha korkunç ve güçlü silahlar yapıldı. Aynı dönemde kültürel göreceliğin de etkisiyle tüm kültürel unsurlar (özellikle de dini inanışlar) yeniden saygınlık kazanmaya başladı. Popüler kültür New Age inanışlarla akıldışına savrulmaya başladı. Birçok düşünür bunu postmodern durum olarak niteledi. Modernizmin iyimser ilerlemeciliği ne kadar naifse postmodern safsatacılık da o derece yanlıştı aslında.

Yirmi birinci yüzyıl farklı beklentilerle başladı. Modernizm eleştirisi de eleştirilmeye başlandı. Bilimin hele ki tıbbın kazanımları daha çok teleffuz edilir oldu. Dolayısıyla Dr. House önemli bir ihtiyaçtan, akla dönüş arzusundan doğmuş ve aslına rücu ederek doktor bedeninde ortaya çıkmıştır. Dr. House kendi yarasını tedavi edemese de her gizemli vakada dünyanın akıl yoluyla kavranabilen bir yer olduğunu bize gösterir. Ancak Holmes modernizmin olumlu beklentilerinin ışığıyla aydınlanan, her şeye rağmen iyimser bir karakterdir. 

Oysa Dr. House kiniktir. Dr. House’u huysuz kılan aslında postmodern insanın aptallıklarıdır. Tüm o cinsiyetçi, kaba, tembel, asi görünümü postmodern yüzeyselliklere karşı bir tepkidir. Gerçekte ne düşündüğünü asla bilmeyiz. Yalnızbaşına kaldığında piyanosunun tuşlarına dokunurken bizim için bir muammadır ama kesinlikle o huysuz adam değildir. Aklıyla dünyaya direnen yaralı biridir sadece.


Murat Gülsoy
sabitfikir.com

Hiç yorum yok: