Dünyada Dil Devrimleri
Geçmişte bilebildiğimiz en eski dil devrimi, Macar Dil Devrimi’dir. Macar Dil Devrimi’nin ilk belirtileri, Türk ordusunun Macar ovalarında at koşturmaya başladığı yıllara rastlar. 1526’da, Mohaç’ta, büyük Macar ordusu, Türk ordularına yenilmiş, darmadağın edilmiştir. 1536’da ise, ilk Macarca dilbilgisi yazarı Sylvester Jânos, ay adlarını ve dilbilgisi terimlerini yerlileştirmiştir. Böylece başlayan Macar Dil Devrimi, XVII. yüzyıl boyunca dildeki Latince ve Almanca öğelerin yerine -özellikle din ve bilim alanlarında- Macarca sözcükler koyma girişimi olarak sürmüş ve asıl XVIII. yüzyılın son çeyreğinde büyük hız kazanmıştır. Macaristan artık Osmanlıların değil; 1699’dan beri Almanların buyruğu altındadır ve Macarlar, Almanlardan nefret etmektedirler. 1825’te -yenilikçi nitelikteki- Macar Bilim Akademisi kurulmuştur. Daha da önemlisi, 1862-1874 yılları arasında altı ciltlik Macar Dili Sözlüğü yayımlanmıştır. Tam bu sırada 1867’de ise, sürdürülen savaşım sonucu, Macarlar, Almanlardan ayrılarak -Avusturya İmparatorluğu içinde- bir federal devlet olmayı başarmışlardır. 1890’dan sonra, Macar Dil Devrimi, kesin bir utku kazanarak ürünlerini vermiştir.Macar Dil Devrimi’nin en belirgin niteliği, bir bireysel çabalar ürünü (hele akademi kuruluncaya değin) olması ve uzun bir sürede gerçekleşmesidir.
İsveç Dil Devrimi’nin serüveni de ilginçtir. İsveç, 1157’de komşusu Finlandiya’yı ele geçirmeye başlamış ve zamanla sömürge durumuna getirmiştir. Bunun sonucu olarak, İsveççe, Finceyi etkilemiş, bu ülkenin kimi bölümlerinde doğrudan doğruya yazı dili bile olmuştur. Ancak XIX. yüzyılda büyük devlet adamı Johan Vilhelm Snellman (1806-1881) “Finliliğin felsefesini işleyip ulusal bilinci bilemiş ve Finceyi çözülmez bağlarla Finlandiya’nın ulusal dili olarak yurda yerleştirmiştir.”
Asıl ilginç olan odur ki, İsveç bir yandan Finlandiya’yı ele geçirip (1157-1809) dilini etkilerken öte yandan kendisi de -eden bulur örneği – başka bir ülkenin yönetimine geçmiş ve o ülke dilinin etkisine uğramıştır. Çünkü 1397’de Kalmar Birliği (1397-1523) kurulmuş, İsveç ve Norveç, Danimarka’nın buyruğu altına girmiştir. Bunun sonucu olarak Danca birlik dili olmuş ve İsveççeyi -özellikle ses düzenini- büyük oranda etkilemiştir. İsveç, Otuzyıl Savaşları (1618-1648) sonunda yalnız bağımsızlığını kazanmakla kalmamış, bir süre dünyanın en büyük devleti de olmuştur. İsveç’te “İsveççenin arılığını, gücünü ve soyluluğunu geliştirmek” amacıyla 1785’te İsveç Akademisi kurulmuş, 1892’de bu akademinin İsveç Dili Sözlüğü yayımlanmaya başlamış, 1975’te 26. ciltte “S” yazacının ortalarına gelinmiştir.
Danimarka karşısında İsveç’in yazgıdaşı olan Norveç’te ise dil, çok başka bir çizgide gelişmiştir. Çünkü İsveç’in, bağımsızlığına hemen XVII. yüzyılın ortalarında kavuşmasına karşın, Norveç 1814′e değin Danimarka’nın yönetiminde kalmış, ondan sonra da -bağımsızlığını kazanmak değil- bir başka ülkenin, İsveç’in boyunduruğuna girmiştir. Norveç’te ulusal kımıldama, ancak 1830’da kopan büyük siyasal karışıklıklar sırasında doğmuştur. XIX. yüzyıl, Norveç’in artık kendi ulusal benliğini duymaya başlayarak İsveç’e başkaldırmalar arasında geçmiş, Norveç bağımsızlığına ancak 1905’te kavuşabilmiştir. İsveç’ten iki yüz elli yıl sonra…
Bu XIX. yüzyıl, Norveç Dil Devrimi açısından da birtakım kıpırdanmalar çağı olmuştur. Özellikle -bir tek adla yetinelim- dilci Ivar Aesen (1813-1896), 1841-1848 yıllarında, köylü ve balıkçı çevrelerine sığınmış bulunan ulusal Norveççeyi derleyip canlandırmaya çalışmış, 1848-64 yılları arasında altı yapıt vermiştir. Ne var ki, İbsen, Björnson, Kiellond, Lie gibi tanınmış Norveç yazarları, bu yüzyılın sonunda hâlâ yapıtlarını Danca üzerine kurulu devlet dili olan Riksmål’a veriyorlardı. Ülke ise bir yabancı ülkenin boyunduruğu altındaydı. Aesen’in öncülüğünü yaptığı halk dili, yurt dili Landsmal, 1885’te okullara girdi. 1899’da ilk olarak Oslo Üniversitesi’nde bu dil üzerine bir uzmanlaşma alanı kuruldu. 1901’de bu dilin ilk yazım kuralları saptandı. 1905’te de Norveç ulusal bağımsızlığını kazandı. Ne var ki, 1943’lerde bu halk dili Landsmal’ın kullanılma oranı, en yüksek kerteye, ortalama ancak % 40-42’ye yükselebilmiştir. Bu oran en yüksek kerteye bu yıllarda yükselmiştir; çünkü savaş vardır (Nitekim 1963’te düşman çizmesi çekilince, % 21.1’e düşmüştür.). Norveç, Hitler ordularına bir tek kurşun atmadan teslim olmuştur. Oysaki kendi öz dilini yüzyıl önce elde etmesini bilen Finlandiya, mini mini Finlandiya, aynı yıllarda, dev gibi Rus ordusuna karşı -tarihe parmak ısırtarak- kafa tutmuş; kendi ülkesini de, bağımsızlığını da elinde tutmasını bilmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nda Azınlıkların Dil Serüveni
Osmanlı İmparatorluğunun dağılma döneminde de ilginç dil olgularına rastlamaktayız.
1868’de “Müslüman, Rum, Ermeni, Musevi öğrencilerini Fransız dil ve kültürü içinde birbirine yaklaştırma, Osmanlılaştırma, Osmanlı ideolojisini eğitim yoluyla uygulama alanı içine sürme” amaçlarını da taşıyarak Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi) kurulmuştur. Nedir ki, kuruluş tarihinden başlayarak bu okulda -uluslararası batı dilleri Fransızca ve İtalyancanın yanında reaya dili olarak Rumca ve Ermenicenin de (elbette Rumlar ve Ermenilere) okutulduğunu da görmekteyiz.
Osmanlı İmparatorluğunu o tarihte oluşturan bunca öğe içinde yalnız Ermeni ve Rum çocuklarına kendi dillerinin okutulmasını da bu azınlıkların artık bir siyasal güç olarak kendi varlıklarını duyurmalarıyla yorumlayabiliriz. Nitekim Yunanlılar arasında Adamandios Korais (1748-1833) ve Rhigos (1757-1798) adlı iki kişinin önderliğiyle XVIII. yüzyıl sonlarında uyanmaya başlayan ulusal bilinç, türlü etkenlerle gelişmiş, Eflak ve Mora başkaldırılarından geçerek bağımsızlıkla sonuçlanmıştır (1829). Her ne kadar bağımsız Yunan devletiyle Osmanlı Rumları ayrı sayılmaya çalışılıyorsa da gene de bu ağırlıklı etnik topluluğun dayandığı bağımsız bir devleti vardı.
1856 yenilik “fermanı”nın sonucu olarak yarı bağımsız duruma gelen Hıristiyan öğeler arasında bu yönde en ileri giden, Ermeniler olmuştur. Bunların parlamentoya benzer bir millet meclisleri ve Tanzimat hükümetinin onayladığı (1863) bir Ermeni Anayasası bile vardı.
“Balkan halkları arasında bağımsızlığı sağlamada en geri kalan Bulgarlar olmuştur.” İlginçtir, 1868 yılında Galatasaray’da okutulan Hıristiyan öğe dilleri arasında Bulgarcanın henüz yer almadığını görürüz. Bulgarcanın bu dillerin yanında yer aldığını görmemiz için 1875 yılını beklememiz gerekecektir. 1875 ise Bulgar ayaklanmasının başladığı yıldır da. 1877-78’de de özerk Bulgar Prensliği kurulmuştur.
Osmanlı İmparatorluğunun, dağılma döneminde, Müslüman öğelerin dilleri karşısındaki tutumu ve davranışı da önemlidir. Arapça, elbette ki bir din ve ortak ekin dili olarak -Farsça ile birlikte, 1926’ya değin- bütün okullarda okutuluyordu. Ne var ki, 1908’den sonra Arap ulusçuluğunun gelişmesi sonucu, Suriyeli aydınlar, Türkçenin (Hangi Türkçenin, Osmanlıcanın!) tek resmi dil olmasına dayanamadılar, Arapçanın da ikinci resmi dil olarak kullanılmasını istediler. Hükümet bunu kabul etmedi. Arap ayaklanmasının bir nedeni de bu oldu.
Osmanlı İmparatorluğunun izniyle bütün Rumeli’de Slav ve Yunan okulları çoğalmıştı. Her ulus, kendi dilini kendi çocuğuna istediği gibi okutuyordu. Bu okulların açılmasına izin veren, daha da öte -yukarıda gördüğümüz gibi- kendi okulunda, kendi bütçesinden para vererek kimi “taba”sının çocuklarına anadillerini okutan aynı hükümet, Arnavutların kendi çocuklarına Arnavutça öğretme isteğine büyük tepkilerle karşı çıkıyordu. Nedir ki, -bir kez ulusal bilinç, ulusal dil ve ulusal bağımsızlık ateşi yanmayagörsün- Arnavutlar başkaldırmışlar, ezilmişler (1910) yeniden başkaldırmalar ve bu kez 19 Ağustos 1912’de özerkliklerini kazanmışlardır. Böylece, başka haklar arasında, “Arnavut dilinin okutulmasının serbest olması” hakkını da elde etmişlerdir.
Osmanlı İmparatorluğunun, kendisini oluşturan öğelerin dilleri karşısında her topluluğun gücü oranında bu ayrı ayrı tutumlara girmesi, çok ilginç ve önemlidir. Her dil, temsil ettiği topluluğun ulusal güç ve erki oranında değer bulur ve saygınlık kazanır.
Endonezya’da, XX. yüzyılın başlarında, bağımsızlık devinimleriyle birlikte, ortak ve ulusal bir dil yaratma çalışmaları da başlamıştır. Ortak ve ulusal bir dil diyoruz; çünkü Endonezya’da 6.000 adaya yayılmış, 250 dil ve lehçe konuşan, türlü abece dizgesi kullanan 129 milyon kişi yaşıyordu. Bütün bu halk, bugün 1945′ten bu yana, resmi devlet dili olarak, ulusal kültür dili olarak Bahasa Indonesia dilini kullanmakta; Latin kökenli bir tek abece ile yazmaktadır.
İsrailliler ise, bin yıllardır konuşulmayan, yazılmayan ölü ve dinsel dilleri İbraniceyi diriltmişler; onararak, yaratarak, varsıllaştırarak bu dilden ileri, uygar, ulusal bir dil yaratmışlardır.
Bu çok canlı iki örnek de, ulusal bilinç ve bağımsızlığın, bütün engelleri yenerek ulusal diller yaratmada ne denli güçlü olduğunu kanıtlamaktadır.
Görülüyor ki, ulusal duyguyla dil arasındaki bağ çok güçlüdür. Bu bağ, bütün isteklerin, istemlerin, istençlerin dışında ve üstündedir. Hiçbir kişi, hiçbir kuruluş, hiçbir güç, bu duygu ile bu olguyu yok edemez, önleyemez, engelleyemez.
“Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk ulusu, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmasını” bilmiştir.
Kimi karşı devrimciler, ikide bir “Atatürk’ün Güneş Dil Teorisi manevrasıyla Dil Devrimi’nden dönüş yaptığını” ileri sürmektedirler. Bu gerçek değildir. Kaldı ki, gerçek bile olsaydı; tutalım, Atatürk, -değil vazgeçmek- dil devriminin tam karşısına geçseydi, ne olurdu? Hiç! Türk Dil Devrimi, Türk ulusunun kendi isteğiyle, kendi istenciyle olmuştur. Nitekim bu devrim, daha altıncı yılındayken Atatürk’ün varlığından yoksun kalmış; ne var ki onun yokluğunda da durmamış, bütün hızıyla gelişerek bugünkü parlak sonuca ulaşmıştır.
Atatürk’ün büyüklüğü, -daha çok- Türk Dil Kurumu’nu kurarak, onun bağımsızca yaşamasını sağlamak ve böylece Türk Dil Devrimi’ni kurumsallaştırarak onun bir bireysel ve dağınık çabalar ürünü olmasını önlemek ve en kısa zamanda en kesin sonuç alınmasını sağlamak olmuştur. Türk Dil Devrimi’nin bir özelliği, -bütün engellemelere, önlemelere karşın- en kısa zamanda, en kesin, en parlak sonuç alınan bir dil devrimi olmasıdır.
Türk Dil Devrimi, Türk ulusunun uluslaşma sürecinin ve bağımsızlık istencinin vazgeçilmez bir gereğidir. Bunu kimse saptıramaz, engelleyemez, geciktiremez ve de gölgeleyemez.
Kaynak: Satı Erişen, Türk Dili Dergisi, sayı 337,
serenti.org
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder